Özellikle hiçleştirici bir iklim oluşturma amacıyla en katı kuşatmaların tahkim edildiği süreçlerde ve tutsaklığın en ıssız koşullarında, teslim olmayı reddedenlerin her biri ve bir arada hepsi içsel bir kaynağa sahip olabilmelidir

Umut bizde

MEHMET YEŞİLTEPE mytepe1960@gmail.com

Çaresizliğin,
Kendini en yoğun
hissettirdiği anda
Umut,
Kendi közünü
ateşleyebilmeli
İnsanın ruhunda.

Marx’ın, kapitalizmin yabancılaştırıcı niteliklerine atfen söylediği gibi şeylerin ters anlamlar kazandığı, insanın insan olarak yoksullaştığı, yıkıcı-tüketici bir süreçten geçiyoruz; etik erozyon, yöntemsel hoyratlık yaygınlaşıyor. Kayyum atamaları, özelleştirmeler, kapatmalar eşliğinde halka ve haklara saldırılıyor. Büyütülen kapitalizm, güvensizliği ve yabancılaşmayı koşulluyor. Yabancılaşma ise Erich Fromm’un deyimiyle bir hastalıktır; kişiyi bireyselliğinin en dar sınırlarına kadar geriletip yalnızlaştırırken, kabuğunu kalınlaştırır ve o kabuk içinde gözü kendi sorunları dışında hiçbir şey görmez hale getirir. Hâlbuki insan, toplumsal bir varlıktır; hapsedildiği yalnızlık hücresinin dışına çıkabildiği oranda, umudu büyütme şansı vardır.

Hızla kapsama alanını genişleten bu topyekûn saldırıdan, toplumsal alternatif zeminler de etkileniyor ve OHAL dalgalarına karşı toplumsal dalgakıranlar, yaratıcı direnişler geliştirme potansiyeli giderek zayıflıyor.

“İnsanların umutları bir işkence noktası olarak seçiliyor”
Toplumun susturularak bütünüyle teslim alınmak istendiği dönemlerde, umudun zayıf düşürülmesine, insanların çaresizlik hissiyle geleceğe/kazanmaya olan inancını yitirmesine özel bir önem verilir ve iktidar olmanın imkânları bu amaç için profesyonelce kullanılır.

John Berger, sevdikleri alınıp götürülenlerin çektiği işkencede, insanların umutlarının işkence noktası olarak seçildiğini söyler. Bugün de toplumsal umudu büyütme yönünde rol alabilecek tüm direnç noktaları, OHAL’in saldırı araçlarının hedefi haline getiriliyor. Ve giderek toplumsal dinamikler bir yenilgi iklimine sokulmak isteniyor. Çünkü geçmişten de tecrübe edindikleri ve bildikleri gibi yenilgi iklimi, genellikle fikri ve fiili duruşu etkiler, bütünlüklü bakışı bozar-dağıtır. Sınıfsallığın yerini daha dar bağlamlı, parçalı duruşlar alır. Yenilgi dönemlerinde başarıya, dolayısıyla da uygulanan yöntemlere, sahip olunan değerlere inançsızlık için uygun bir zemin oluşur. Böylesi anlarda iradi bir müdahaleyle, yenilginin karşısına direncin diliyle çıkılamazsa, uygun zeminde yenilgi çimlenir ve giderek bir iklime dönüşür.

O halde bugün mevcut gidişata razı olmayan ve geleceği kazanma ufkuyla hareket eden güçler, öncelikle umudu büyüten noktalara dokunmak, deyim yerindeyse işkence edilmiş umudu iyileştirip ayağa kaldırmak ve yaratıcı saldırganlığa yaratıcı bir direnişle yanıt vermek durumundadır.

Nasıl yapacağız?
Nâzım Hikmet, “ve güneş doğarken hiç umut yok mu” diye sorar, sonra da “Umut insanda” diye yanıtlar. Biz bunu, “Umut bizde” biçiminde okuyabiliriz.

Son zamanlarda imkânlarımızın “darbe”lenmesine, faşizmin daha açık biçimler alarak derinleştirilmesine bağlı olarak umut eksenli arayışların ve “Nasıl yapacağız?” sorusunun giderek daha çok insanın gündemine girdiği görülüyor. Salı günü BirGün’de, L. Doğan Tılıç da Ayça Söylemez de umuda dair yazdı.

Ayça Söylemez yazısında Nazi toplama kampından kaçan Georg’dan söz ederken; güvenebileceği hiç kimse kalmadığını her hissettiğinde, yanında yoldaşlarını bulduğuna, yoldaşlarının kimi zaman “bir palto” kimi zaman “bir zarf” olarak karşısına çıktığına dikkat çekiyor. Bu, umudun önlenemez biçimler alabilme, en kalın zindan duvarları dahil tüm önlemleri aşıp yüreklere ve çözüm arayışlarına yerleşebilme niteliğine işarettir.
Ayça Söylemez’in “Yedinci Haç” romanından aktardıkları, aklıma Mathausen Nazi Kampı’na dair yaşanmışlıkları getirdi. Aradan uzun yıllar geçmiş, o günden bugüne faşizmin farklı/çeşitli biçimleri üretilmiş olsa da bu türden deneyimler, umudun hangi koşullarda nasıl büyütüldüğüne dair öğretici örneklerdir. 500 Kızıl Ordu askeri Mathausen’den bir firar gerçekleştirir. Sonuçta yalnızca 12’si kurtulur ama tarihe, umudu yitirmemenin ve özgürlüğü koparıp almanın başarılı bir örneği olarak geçer.

Özellikle hiçleştirici bir iklim oluşturma amacıyla en katı kuşatmaların tahkim edildiği süreçlerde ve tutsaklığın en ıssız koşullarında, teslim olmayı reddedenlerin her biri ve bir arada hepsi içsel bir kaynağa sahip olabilmelidir. Bazen “En zorba hapishane, insanın kendi kafasının içinde kurduğu hapishanedir” diyen Bedreddin’den; bazen de her tutsaklık ve sürgünlüğü boşa çıkarıp kavgadaki yerine dönen mücadele tarihindeki öğretici öznelerden almalı ilhamı; ama mutlaka diri tutmalı, her zorbalığın bir sonu olduğuna dair umudu.

“İnsanın kendini fethetmesi zaferlerin en büyüğüdür”
“Ve Çelik Böyle Sertleşti” kitabı için “Neden böyle isimlendirdiniz?” sorusuna, Ostrovski, “Çeliğe, büyük ısı ve ani soğutmayla tav verilir. Bu onu sağlam kılar, bu yüzden hiçbir şey onu kıramaz. Ve bizim kuşağımıza da öyle tav verildi –mücadelede ve çetin sınavlarda. Hayatın saldırılarına karşı dayanmayı böyle öğrendik” yanıtını verir.

Mücadele, bilinç işi olduğu kadar duygu işidir de. Başkaldırırken öfke duymak, tüm manevi varlığınla karşı durmak da önemlidir. Her türlü vahşeti insanlığa reva gören egemen zorbalığın güncel temsilcileri karşısında, onların kimi durumlarda eldiven içine soktukları barbarlıklarını unutmadan ve ütülü suratları karşısında yumuşamadan, sınıfsal ölçeklerle tavır konulmalıdır. Unutmamak gerekir ki umutları sürekli erteleyip yaşlandırmak bir çeşit kaderciliği besler. Umutları zayıf düşmüş kitleler, “umut yüklü yarınlar” dinamiği ile hareket etme avantajını yitirir. Bu nedenle, umudu büyütmek, moral dayanakları güçlendirmek, geleceği kazanma mücadelesinin öncelikli hedefi olmalıdır.

Eğer bu bir çeşit arayışsa, derinde olanı veya en gerekli olanı bulup çıkarma işi ise, öncelikle kendimizdeki potansiyelleri açığa çıkarmak üzere bir içsel kazı/arayış başlatmak gerekiyor. “İnsanın kendini fethetmesi zaferlerin en büyüğüdür” demiş Platon. Bu, hocasının (Sokrates’in) “Kendini bil” sözünün devamı nitelindedir. Ve bugün için mücadelede özgüvenin, kendi potansiyellerini açığa çıkarmanın gerekliliğine işarettir.

“Direnmek yaşamaktır”
Bugünün olağanüstü koşulları, “direnmek yaşamaktır” sözünü düstur edinmeyi, “hiçbir vakit tam karanlık değil gece” (Eluard) diyebilmeyi, dolayısıyla da karanlığa üstün gelebilecek bir irade ve yöntem örtüşmesini gerektiriyor. Cicero, Sokrates’in “Felsefeyi gökten yere indirdiğini” söyler. Bugün de bizler, sosyalizmi soyuttan somuta indirmek “devrimcilik anın sosyalizmidir” demek; bunu daha anlaşılır, uğrunda bedel ödenir duruma taşımak; sevginin toplumsallaşmasının, belirsiz bir geleceğin değil bugünün işi olduğunu göstermek durumundayız.

Doğan Tılıç’ın da yazısında işaret ettiği gibi egemen çağrıların ileriye değil geriye yapıldığı, büyüklükten büyük insanlığın değil büyük sermayenin anlaşıldığı bu koşullarda, iktidarlaşmış bu örgütlü kötülüğün ve yıkımın dışında bir başka yol vardır. Dünden bugüne, geriye değil ileriye doğru gidişi işaret edenlerin sayısı, umdun zayıf düşmesini önleyecek denli çok ve çeşitlidir. Yeter ki biz doğru yere bakalım ve birbirimize doğru yerden dokunalım, söz konusu imkân ve avantajları yürüyüş yolumuzda yanı başımızda hissedeceğiz.