Umut canavarı

Alain Badiou’nun “Sonsuz Düşünce”de Paul Celan’ın bir şiirinde verdiği öğüdü yineleyişini düşünüyorum: “Tutarsızlıklara dayan…” Zor bir şey, böylesine bir tutarsızlık batağı içine gömülmüşken dayanmak. Üstelik tutarsızlıktan korkmamayı savunurken, tutarlı olmak için hakikate gözlerini yumanları eleştirirken.

Denize yüzümü dönüp sisin içinde bir görünüp bir kaybolan anılarımı seyre dalıyorum. Benimki tutarlı bir hayat mı, tutarsızlıklarım gerçekte kendi içinde bir tutarlılığa sahip mi? Başka türlü, insanın bir hikâyesi nasıl olur, tutarsızsa… Belki de bütün dert, hikâyesizlik; herkesin kendini rahatça içinde bulabileceği bir hikâyenin yokluğu.

Randall, “Bizi Biz Yapan Hikâyeler”de bu meseleyi, hikâyesiz yaşamanın zorluğunu pek güzel irdeler. Rukeyser’in dediği gibi, evren, atomlardan değil, hikâyelerden oluşur. Her çağın bir hikâyesi varsa, bu çağınki kadar yüzeysel bir hikâye olmamıştır diye düşünürüm bazen. Sanırım hikâyesini en çok sevdiğim de 19. yüzyıl. O hikâyedeki gelecek güzel günlere duyulan inanç büyüleyici. Ama çağların tek bir hikâyesi de yok, siz hangi hikâyesini yaşıyorsunuz, bu önemli. Günümüzde bir hikâyede karar kılmak zor, çoğu kişi için.

Benimkisi bir balıkçı hikâyesi. Düşüncelere dalan bir balıkçı… Geçip giden zamanı denizin ortasında dalgaların sarsıntısıyla hisseden. Blanchot’nun “Karanlık Thomas”ı da denize bakarak düşüncelere dalıyordu, şöyle yazmıştı: “İşte bu yeni durumun içindeyken kimsenin, kendisinin bile hakkında bir şey bilmediği bir canavarı besler gibi içinde umudunu beslediği…” İnsanın içinde beslediği bir canavar olarak umut… Her hikâye kendi içinde bir umudu, onu yiyip bitirecek bir canavarı taşımaz mı?

İçimdeki umut canavarı, karnını doyurmak için istemiyor bu ara yeni fikirler, hayaller. Gazetelere göz ucuyla bakıyor, geleceğe dair planlar yapmamı istemiyor, hep bir gitme arzusu, doğanın kucağına. Onun bu hâli gülümsetiyor beni, genetiğiyle oynanmış şeylerle karnını doyurmak istemiyor sanki, hakiki bir şeyler arzuluyor. Ona, önce unutmamız lazım diyorum böyle anlarda. Neyi unutmak? Mutsuzlukları… Paul Ricoeur, “Hafıza, Tarih, Unutuş”ta, mutlu hafıza var mıdır diye sorar; mutlu tarih var mıdır ki, hatırladıklarımız mutlu olsun? Adil olmadan mutlu olabilecek bir hafıza olmayacağına göre… Bireysel tarihlerde, yani herkesin kendi hikâyesinde ne çok adaletsizlikler vardır kim bilir, pek çoğu unutulmuş olsa da… Eski Yunan’daki “Atina Genel Affı”yla sitenin yurttaşlarına “kötülükleri hatırlamama” emrinin verilmesi gibi, iç savaşın gizlenmesi mi, mutlu unutuş?.. Ricoeur, “Bir toplum sonsuza dek kendine öfke besleyemez?” diye yazar. Peki bir insan, kendi hikâyesini mutlu unutuşlar üzerine kurmadan, içindeki canavarı nasıl besleyip büyütebilir? Belki de böyle olduğu için, umut bir canavar, sürekli karnı acıkan…

“Hayır” diyor, içimdeki canavar, “unutmak, özellikle mutsuzlukları unutmak, beni öldürür.” Umudun ölmemesi hatırlamaya bağlı, bu çağı bir unutuş çağı yapmaya çalışanlara inat. Belki de burada, sakin ve huzurlu denize bakarak böyle söylemek kolay. Bütün o savaş ve katliam alanlarında, açlığın ve acının ortasında olsaydık, kim bilir onun ve benim aklımdan neler geçecekti?

“Karanlık Thomas”ı düşünüyorum, tam da onun gibi denize bakarken, Blanchot’nun sözleriyle, “umutla umutsuzluğun içinde birlikte boğulduğu bir günün akışından başka hiçbir dramın yaşanmayacak oluşunun kesinliği”ni… “Karanlık Thomas”ta da hafıza ve umut hep aynı cümle içinde geçiyor.

Yazmak, belki de hep bir hatırlama mücadelesidir, hatırlamadan unutulamaz çünkü. Biliyorum içimdeki canavarın neden hüzünlendiğini, tutamadığı yasla ilgili bütün derdi; bu yüzden bu kadar öfkeleniyor, çekip gitmek istiyor bazen. Hava o kadar güzel ki, huzurlu ve sakin denizin ortasında mutlu bir unutuş rüzgârı sarıp sarmalıyor bir an ikimizi…