Umut insanın düşmanıdır

MÜJDE ALGANER

Gökçukuru otobiyografik izler taşıdığı izlenimini verse de yazarının usta kurgularla gerçeği yeniden yaşattığı öykülerden oluşuyor. Işıklar, öyküler boyunca yazarın hayatının filizlendiği kasabanın mekânlarının, insanlarının, alışkanlıklarının farklı sahnelerine doğru, her öyküde farklı bir evrimle yeni bir duygu ve gözleme çevriliyor. Özellikle de kitaba ismini veren birinci hikâye ‘Gökçukuru’ bir ulak gibi gelecek öykülerin güçlü sesini ve nefesini hissettiriyor.
İç seslerin çokça duyulduğu, yerel gözüken onca tınının beynelmilel hissedişin sınırlarına yaslandığı meseller, yazarın kaleminin gücüne ve özümseyiş özgünlüğüne dikkat çekiyor.

“… bütün hikâyeler çocukluktan itibaren bozulmaya başlar ama bu yavaş yavaş gerçekleşir. İnsan kendisiyle bir anda karşılaşmaz çünkü. Nasıl bir gözünüz, kaşınız, eliniz, kolunuz olduğunu fark ettiğiniz bir ilk an yoksa çirkin olduğunuzu fark ettiğiniz bir ilk an da yoktur. Bir parçanız olarak o da sizinle beraber büyür. Sık sık başı okşanan çocuklardan biri değilsinizdir; hatta ara sıra annenizi kardeşlerinizi gizli gizli severken yakalarsınız. Bir süre sonra bunu kabullenirsiniz. Görmezden gelmeyi öğrenirsiniz…”

Özellikle de son hikâyelere doğru dozu artan hayat tespitleri var. Okurken elinize bir kalem almak ve akışta öylesine söylendiği sanılan hayat tespitlerinin altını çizmek geliyor, içinizden. Başka bir arka planda farklı yorumlamaya gayet açık duyumsayışlar; fikrin altı ustalıkla doldurulduğunda yaratmak istediği algıyı, başarılı şekilde yansıtıyor. Buna en güzel örnek sanırım “umut insanın düşmanıdır” tespiti ya da yorumu.

Tıpkı ‘Mavi gökyüzü ve okyanus’ öyküsündeki gibi, yazar sanki ilk öykülerinde, söylemek istediklerinin etrafında dolaşırken son öykülere doğru söylemek istediklerinin özüne daha direkt ve derinlikli yaklaşıyor. Kimi öyküler geçmişin ve anın sisi, pusu arasında cesaretle belirirken; kimileri anıların hazine avında yazılmış gibi. Avın sonunda çokça cevher var. Yazar onları çamurdan çıkartıp yıkamış. Ve öykülere yakından bakıldığında aslında kalpte ve zihinde iki kasaba var. Biri çocukluğun kasabası diğeriyse yabancı ülkede kısırdöngü içinde yaşanan ve pek de sahiplenilmeyen fakat buna rağmen damarlarından geçilen, suyundan içilen, insanıyla beraber olunan, ‘mecbur’ kasaba.

Gözlerim ister istemez hikâyeleri sınıflandırmaya yönelik bir ayrım aradı ama bulamadı. Belki geçmiş ve bugünü yani zamanı ayıran, belki de çocukluk ve yetişkinlik izlekleri üzerinden bohçadan çıkan öykü dolabının içini derleyebilecek bir düzenleme arandım. Çok mu lazımdı? Belki değil. Ama keşke yaratıcı ve sıra dışı bir bölümleme-tanımlama-ayrışma olsa pek de yakışırdı dedirtti… Nasıl sorusunun cevabını henüz ben de bulamadım.

Öyküler boyunca; bir yandan sıkışıp kaldığımız hatta daraldığımız ama zaten ve işte bunlarla büyüdüğümüz ve kalıntılarını ömür boyu bünyemizde nişan gibi taşıdığımız çocukluğun bizimle birlikte her yere gitmesi duygusu, satırlar boyunca yine yeniden sarstı.

Öte yandan yazarın yetişkin öyküleri çocukluk öykülerinden de başarılıydı kanımca. Belki de artık çok bildiğimiz duyduğumuz sıkılınası ama ibretlik memleket öykülerinden ziyade kaotik yetişkinlik alametlerinin, girift ilişkilerin, duygu ve düşüncelerin göbeğindeki ikircikli insan karakterleri naçizane ilgimi daha çok çektiği için.

Yazarın gözlemleri ve hayat izleri amatör bir ruh fakat profesyonel bir yazın diliyle anlatılmış. Ruhunun süzdüklerinin ince yollarında gezintiye çıktığı pek belli… Öykülerinin bundan sonraki seçkileri; şehrin ve bireyin karanlığını işaret etmeye aday gibi. Bakalım ne sürprizler var!