Umutsuzluk, olay mahalline girememekle, meseleye müdahil olamamakla ortaya çıkan ‘öldürücü’ bir duygudur. Umutsa, sadece ve sadece eylemle ortaya çıkan ‘doğurgan’ bir duygudur. Uzun süren eylemsizlikler(atalet hali) beklentileri sıfırlarken, duyguların da bozulmasına neden olur

Umut = mc²

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

‘Umut’ hakkında yeni bir cümle kurmak hem kolay hem zor. Ancak altının her fırsatta çizilmesi gereken bir nokta var: Umut, yüreği atan herkese içkindir; mesele onu açığa çıkarabilmektir. Pandora’nın Kutusu’nda öylece durmasının kimseye faydası yoktur. İyi güzel de dışarı nasıl çıkartacağız?

Kritik kütle

Başlamak, bitirmenin yarısıdır. Kurucu duyguların temelini teşkil eden ‘umudun’ insana içkin olduğunu bilmek, onu yarı yarıya ortaya çıkarmak demektir. İlla bilimsel kanıt gerekiyorsa Einstein’ın ünlü E=mc² formülüyle analoji kurabiliriz. Yeri gelmişken, bu büyük bilim insanının Marksist dergi Monthly Review’in ilk sayısına yazı yazdığını hatırlatalım. Bilimsel bir kişilik olarak Einstein’ın politikayla ilişkisi ve nerede durduğu bizim için önemli. Formüle dönecek olursak, özetle şunu söylüyor: Bir cismin kütlesiyle(kg) ışık hızının(m/sn) karesinin çarpımı enerjiyi(joul) verir. Maddeyi oluşturan parçacıklar için kütleden enerjiye ve enerjiden kütleye dönüşüm olağandır. Yeter ki hareket hâlinde olsunlar.

Aynı formülden yola çıkarak yıllar sonra atom bombası üretildi ve ABD yüzbinlerce Japon’u katletti. Malum katliamlar bilimin kimler tarafından hangi amaçlarla kullanıldığıyla ilgilidir. Uzun zaman önce yaşama veda eden bir büyüğüm bana şöyle demişti: “Tetik tüfekte, parmak tetikteyken, teknoloji tehlikedir”. Böyle devam ettiği sürece bilim ve yaşam sadece umutsuzluk üretir. Mevcut gerçeği değiştirmek, toplamda muazzam bir kütleye ve hareket yeteneğine sahip olan kitlelerin enerjisini açığa çıkarmakla mümkündür. O enerjinin kaynağı umuttur.

Bilimde ve dahi politik-felsefede çarpıcı bir kavram var: kritik kütle. Nükleer fizikte zincirleme tepkimenin başlaması için gerekli olan minimum kütle değerini ifade ediyor. Aslında bir ‘eşik değerine’ ve ‘kırılma anına’ karşılık geliyor. ‘Kritik kütle’ kavramını da kapsar şekilde meseleyi diyalektiğin kanunlarından biriyle açıklamak mümkün: Nicel değişimler nitel dönüşümlere neden olur. Yani sayısal birikimler belirli bir noktaya ulaştığında yapısal dönüşümler başlar. Söz gelimi, iktidarın meşhur bölünmüş yol inşaatları sırasında binlerce ağaç kesilirken senelerce susan toplum, seneler sonra Gezi Parkı’nda “üç beş” ağaç kesilince ayağa kalktı, aylarca da oturmadı. İktidarın olumsuz politikalarının artarak sürmesi, işi kamusal alanı yok etme noktasına getirmesi, ilaveten yolsuzlukların, işsizliğin, emek sömürüsünün ayyuka çıkması ve daha pek çok faktör bir bahar akşamı eşik değerinin aşılmasına ve kırılmanın yaşanmasına neden oldu. Olup bitenler, bireylere, dolayısıyla kitleye içkin olan umudun hem bedensel hem zihinsel hareketlenmelerle birlikte açığa çıkmasından başka şey değildi. Hareketin sürmesi ve umudun kalıcılaşması örgütlenme ve organizasyon sorunuydu; iktidarın uyguladığı orantısız güç karşısında ne yazık ki sönümlendi.

'Hayır’ın kolektif enerjisi

Velhasıl umut; zihin ve beden kıpırdanmaya başladığında ortaya çıkar; kitlesel hareket anlarında tavan yapar; hareket bitince sönümlenip pasif duygu durumuna geçer. Bazı hormonların salgılanımlarında hareketle birlikte artış, durgunlukla birlikte azalma görüldüğü; artış hallerinde kişinin özgüveniyle birlikte temel güvenlik duygusunun da güçlendiği bilim tarafından kanıtlanmıştır. Pasif halde dahi umut taşımayanlara gelince; zamanla ‘nihilizme(hiçlik)’ yelken açarlarken, ya madde bağımlısı olurlar, ya zombileşirler, ya da intihar ederler. Nihilizmin hafif hali ise ‘sinizmdir’. Namı diğer, ‘böyle gelmiş böyle gider’ kafası. Açıkçası en kötüsü budur, zira sayıları toplumsal yaşamın nitel dönüşüm ihtimalini azaltacak denli fazladır. 16 Nisan referandumu sonrası sosyal medyada dolaşan sinik mesajlara baktığımızda durum daha iyi anlaşılacaktır. Bu (sözde) muhalif arkadaşların şu gerçekleri kavramalarında yarar var: Umutsuzluk, olay mahalline girememekle, meseleye müdahil olamamakla ortaya çıkan ‘öldürücü’ bir duygudur. Umutsa, sadece ve sadece eylemle ortaya çıkan ‘doğurgan’ bir duygudur. Uzun süren eylemsizlikler(atalet hali) beklentileri sıfırlarken, duyguların da bozulmasına neden olur. Bu şartlarda beliren duygu umutsuzluktur. Sürdürülebilir umudun zemini, iktidar karşısında kendilerini örgütleyebilmiş bireylerin bütünleşmeleriyle kurulur. Dolayısıyla umudu var etmek, iktidarın ‘yaptırım gücünden’ azade yapılan bir iş değildir; iktidar var oldukça muhalefet var olmak durumundadır. Kritik kütlenin ne zaman oluşacağını tarihsel koşullar belirler. Ve umudun sürmesi, Hayır’ın kolektif enerjisinin sürmesine bağlıdır.

Duygu olarak umudun karşılığı tektir, iyidir, hoştur; lakin kavram olarak çift yüzlüdür: Bir tarafını sistemin sömürgen aklı, öbür tarafını kolektifin kurucu aklı kullanır. Daha önce sistemin kullandığı umut hakkında yazmış; metafizik ve hilekâr özüne vurgu yapmıştım. Özetle, ‘yaklaştıkça uzaklaşan bir ufuk çizgisine’ benzer. Herkesin bildiği tabirler ‘fukaranın ekmeğidir’. Fransız düşünür J. F. Lyotard, ‘İnsana yapıIacak en büyük kötüIük, onu bir umudun içine hapsetmektir’ der. Dolayısıyla kolektifin kurucu aklına düşen, umudun hileli yanı hakkında düşünmek ve sistemin manipülatif “aklına” dair sonuçlar çıkarmasını bilmektir.

Hareket ve deneyim bilgi demektir. O hâlde umudun belirleyenlerinden biri de ‘hakiki bilgidir.’

Elleri büyütmek

Beş kişiden oluşan bir sosyal medya grubumuz var. İçimizden biri tıp fakültesinde öğrenci. Bir gün gruba şu mesajı attı: “Pediatrik onkolojideyim, çok mutsuzum. İki yaşında bir bebek hastanın karnında kocaman bir böbrek tümörü var. Anne beni götür diye ağlıyor”. Kilitlendik, kaldık. Bir arkadaşımız, “keşke bütün hasta çocukları tek dokunuşta iyileştirecek bir değnek olsaydı” diye yazdı. Doktor adayımızın annesi altına “Hüzün yok!” dedi. Sihirli değnekle hüzün arasında kalmış, düşünüyordum. Neden sonra gruba şunu yazdım: “Tek değneğimiz ellerimiz!” Sihirli değnekten söz eden arkadaşımız bu defa gerçekçi bir adım atarak öğrenci arkadaşımıza, “O zaman biz de o hasta bebeğe yünden oyuncaklar yapalım; senle karşılaşması yaşamının ilk şansı olsun” dedi. Ben ellerde ısrar ediyordum. “Elleri büyütmek gerekir” dedim. ‘Elleri büyütmekten’ ne kastettiğim soruldu. Dilim döndüğünce açıklamaya çalıştım:

Bireysel ve sosyal psikolojide ‘duygu dinamiği’ diye bir kavram var. Bir olayın gerçek nedenlerinin bilgisine sahip olan kişi, hangi nedenlerin hangi sonuçları doğuracağını bildiğinden neler yapması gerektiğini de bilir; kaygı, hüzün, boş iyimserlik, kof umut duygularına kapılmaksızın durumu değerlendirebilir. Spinoza’ya göre hakikatin bilgisine sahip olmak, yersiz kaygılara ve temelsiz umutlara savrulmayı engeller. Sonuçta kişinin özgüveni artar; kendi gibi düşünenleri gördükçe de temel güvenlik duygusu güçlenir. Bütün bunlar, bireyin ve kitlenin (politik) eylem gücünü, yapabilme kudretini artırır.

Büyük acılar karşısında ne şekilde tepki vereceğimizin garantisi yok. Yıkılabiliriz. Ancak, bilginin ve bilgiyi kullanmanın pek çok olayda işe yarayabileceğini en azından prensipte kabul etmek durumundayız. Bilgi dünyasını zenginleştiren, kavrayışını güçlendiren ve tüm birikimlerini eyleme dönüştürebilen kişinin elleri güçlenir. Dokunmak, dürtmek, el vermek, el atmak, el uzatmak, bir hastanın ateşine ellerle bakmak ve anlayabilmek, az şey değildir. Ellerimiz zayıfladığında ya da hiç güçlenmediğinde, onları sistemik iktidarlar, batıl inançlar, dogmalar, otoriter ve gerici yapılar, evrensel etikle ilgisi olmayan köhne ahlâk ve bilumum liderler kullanır. Ve peşinden adı bir türlü konulamayan ölümcül duygular, çaresizlikler ve umutsuzluk gelir. Sonuç: yaşamayan insanlar, yaşanmamış ömürlerdir.