Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya / anımsamazlar geçtikleri yolları.” Oysa ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca. Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Biraz da hatıralarımızın capcanlı olması bundandır! Şu bir hafta içinde ‘Gezi Davası’nda yaşananlara, İblid’deki savaşa, kapıdaki Büyükada Davası’na kadar pek çok arbedeyle karşılaştık.

Yalnızca son bir haftada intihar edenlerin sayısının 136 kişi olduğu yazılıp çiziliyor. Böyle umutsuzluğun arttığı dönemlerden geçerken sözcüklerden oluşan odalara, sanatın yüceliğine sığınmamızın ardında ‘eleştirel düşünce’nin gücü yatar. Üstelik ‘eleştirel düşünce’, soluk aldığımız dünyaya ait apansızca sorular ortaya atmaktan, zaman zaman ‘kışkırtıcı’ gelebilecek bir ayartıcılığa bürünmekten hiç ama hiç çekinmez. Zaten yaşadığımız dünyaya dair düşünce üretmek, her şeyden önce sorumlu yurttaşlığın da gereği değil midir? Mario Vargas Llosa, edebiyatın yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut kalan insanlara hiçbir şey söylemeyeceğini dillendirirken, şunları da ekler: “Edebiyat asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olan insanların sığınağıdır.” Öyleyse insan daha çok mutsuzluğunu yenmek, makus talihini tersine çevirmek için kitaplara sığınır. Ahap Kaptan’la birlikte balinanın sırtında denize açılır, Samsa’yla böceğe dönüşür, Anna Karenina’yla şehvet denizinde yıkanır, Madam Bovary’le arsenik içer. Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ romanının henüz başlarında neşesinden bir şey kaybetmeyen, toyluğunu ve uçarılığını dönemin ahlakçılığı ile dizginlemeye çalışan, zaman zaman da buna yenilen Nataşa ne denli mutludur? Daha sonra kocası olacak Pierre’yi bir duvar saatine benzetirken mesela…

Muhtemelen balo salonunun bir köşesinde kıkır kıkır eğleniyor, mutedil bir yaşam süreceğini düşünüyordur! Rostov ailesinin bu başarılı, akıllı, muzip, sevecen, eğlenceli hatta çocuksu olarak nitelendirebileceğiniz genç kızı, küçücük omuzuyla ve incecik bilekleriyle vals yaparken hayatın onu nereye savuracağından habersizdir. Nataşa’da okuru etkileyen yıllar içinde geçirdiği dönüşümdür. Nişanlısını aldattıktan sonra savaşın alevleri içinde yeniden eski sevgilisini bulup ona bakmasıdır. Artık eşiklerde sınanmış, yaşamın sillesini ağır bir biçimde tatmıştır. Ama genel olarak Nataşa’dan “umuda dair değerler” en kötü zamanlarda bile eksilmez. Bu sorunsal, yani roman kişilerinin acı ya da mutluluk yolundan yürümeyi tercih etmesi bir anlamda insanlık durumunun da kendi özsuyunu oluşturur. Tolstoy Nataşa’daki dönüşümü Kant’ın sözleriyle kanıtlama çabasında gibidir: “Savaş insanların hayvanca durumudur, barış ise insanca varoluş durumu!” Sanıyorum, eski defterleri çıkartıp edebiyatın neliği üzerinden Emile Zola’nın L’Aurore Gazetesi’nde yayımlanan Dreyfus davasını, dönemin ünlü yazarın Cumhurbaşkanı’na yazdığı ‘Suçluyorum’ yazısını, Babeuf davasını yeniden tartışmaya başlamamızın zamanıdır. Bir dönem ne çok yazılıp çizilmişti oysa…

Çünkü yazının aklı ifade özgürlüğünün kalesidir. Yaratıcının sınırları aşkın bir serüvene kapılması bu sayede gerçekleşebilir. Ve ne yazık ki, kimi iktidarlar bu dokunulmazlığı olan kaleye gol atmak için uğraşır dururlar. Maçı kazandıklarını sanırlar. Ama uzatmalarda hep kaybederler!