Umutsuz yaşanmaz
Kadir İNCESU Zafer Doruk, Sel Yayınları tarafından yayımlanan “Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar” adlı öykü kitabıyla çıktı edebiyatseverlerin karşısına… Doruk ile 7 yıllık bir aradan sonra yayınlanan yeni kitabı üzerine konuştuk. >> Yaşadığınız şehirlerin yazarlığınıza etkisi ne oldu? Ömrümün elli yılını Adana’da geçirdim. Adana’nın sosyal ve ekonomik koşulları, kültürel çeşitliliği, dokusu, iklimi, yazı malzemesi bakımından yazara […]
Kadir İNCESU
Zafer Doruk, Sel Yayınları tarafından yayımlanan “Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar” adlı öykü kitabıyla çıktı edebiyatseverlerin karşısına… Doruk ile 7 yıllık bir aradan sonra yayınlanan yeni kitabı üzerine konuştuk.
>> Yaşadığınız şehirlerin yazarlığınıza etkisi ne oldu?
Ömrümün elli yılını Adana’da geçirdim. Adana’nın sosyal ve ekonomik koşulları, kültürel çeşitliliği, dokusu, iklimi, yazı malzemesi bakımından yazara geniş olanaklar sunuyor. İşçi bir babanın çocuğu olarak fabrikaların çevresindeki mahallelerde büyüdüm, kendi koşulları içinde aykırı yaşama biçimleri geliştiren, kendi doğrularını, kendi kurallarını belirleyen insanların arasında yaşadım. Kültürel çeşitlilik bakımından hiçbir şehir İstanbul’la boy ölçüşemese de ben hâlâ Çukurova’dan beslenmeyi sürdürüyorum. Sözgelimi, İstanbul’da bir sokağı betimlerken kendimi Adana’nın bir sokağında sanıyorum.
>> Ayrıca Öykülerinizde yerel motiflerin de öne çıktığı görülüyor. Bu özelliklerin genel anlamda öyküyü nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Tolstoy bir Rus kasabasını, Zola bir Fransız köyünü, Marquez bir Latin Amerika köyünü anlatırken yerel motifleri o kadar ustaca işliyorlar ki sanki şehrimizde, kasabamızda geziniyoruz, insanlığın ortak kültürel değerleriyle karşılaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i okuyan bir yabancı da kendi şehrinden, köyünden tanıdık gelen sesler, görüntüler bulabilir. Yerel renkler, kültürel değerler yapıtın özgünlüğüne zenginlik katıyor.
>> “Gül Budama Mevsimi” adlı öykünüzün kahramanı ‘Umut’… Öyküde Yılmaz Güney de var. Güney ile tanışabildiniz mi?
On dört yaşımdaydım. Adana’da sekiz yazlık sinemanın bir arada bulunduğu Sular Alanı’nda, seyyar tablada meşrubat satan eniştemin yanında çıraktım. Sinemalar akşam sekiz buçukta başlıyor, iki film birden gösteriliyordu. Filmler başladıktan sonra ortalık tenhalaşır, ben de eniştemin torpiliyle o büyülü kapıdan içeri biletsiz süzülüverirdim. Ama dağılan seyirciye meşrubat satmak için film bitmeden çıkmak zorundaydım, orada hiçbir filmin başıyla sonunu izleyemezdim. O akşamlardan birinde eniştem beni buzhaneye gönderdi. Dönüşte ara sokakların birinde Yılmaz Güney’in film çektiği haberini aldım. Sokağa girdim, kasası iki kalıp buz yüklü üç tekerli bisikleti bir kenara park edip merakla izlemeye koyuldum. Yılmaz Güney’le arkadaşı bir apartmanın girişinde iri yarı bir zenciyi kurusıkı bir tabancayla soymaya kalkışıyor, zenci üzerlerine yürüyünce tabanları yağlayıp kaçıyorlardı. Çekim bitmiş, buzlar da sıcağa dayanamayıp erimişti. Eniştemden o akşam azar işittim. Yılmaz Güney’le tanışma fırsatı bulamadım ama bu anıyı yaşayan çocuk ve bisikleti, “Gül Budama Mevsimi” adlı öyküde başka bir hayatın içine yeniden doğdular.
>> Umut öykülerinizde önemli bir yerde. Yazılanların çıkış noktası sıklıkla anılar olur. Siz anılar ve kurgu arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Umutsuz yaşanmaz, umut bitince yaşamanın bir anlamı kalmaz. Yazın dünyası, iyimser insanların bütün olumsuz koşullara karşın umutla direnen güzel öyküleriyle dolu; direnme biçimleriyle bizi kendilerine hayran bırakan unutulmaz öykü kahramanları var. Anılar, unutmamak için onları sarıp sarmalayıp belleğinizde sakladığınız yaşanmışlıklardır. Kurmaca ise somut gerçekliklerin dünyasından yola çıkarak zihinde yaşanması mümkün başka bir dünya kurar, hayata ilişkin anlamlar, sorular üretir.