Unutmayalım ki, Franko ve Hitler gibi figürlerin temsil ettiği güçler de uzun yıllar ülkelerinde hükümet oldular. Ama şimdi yoklar. Elbette büyük trajedilere neden olup gittiler

Umutsuzluk: Tabutuma çakılacak son çivi!

SALİH BOLAT*

Fikret Kızılok, “büyük bölümü okuma-yazma bilmeyen bir toplumda ünlü olmak ayıptır” demişti ya, bu cümleyi şöyle de kurabiliriz: “Büyük bölümü okuma-yazma bilmeyen bir toplumda seçim yaparak iktidar olmak ayıptır.” Yine sağın güçlü iktidar olduğu bir seçim yaşadık. Şimdi halka kızan ve yılgınlığa düşen arkadaşları anlamıyorum. Bu ülkeden başka gidecek yerimiz olmadığına göre, bundan sonra da ülkemizi sevmeye devam edeceğiz. Yıllardır aldatılmış ve aldatılmaya devam eden halkımızla her fırsatta birlikte olmaya, onları aydınlatmaya çalışacağız. Yine şiirler okuyacak, şarkılar söyleyeceğiz. Aşık olmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Kitap okuyacağız, balık tutmaya gideceğiz, zeytin dikeceğiz (çocuklarımıza kalsın diye değil, kendimiz için). Evet, ameliyat masasından kalkmama ihtimalimiz olsa da, kulağımız ajans haberlerinde olacak ve anlatılan Bektaşi fıkrasına güleceğiz. Birbirimize güveneceğiz ve daha çok seveceğiz. Eğer aynı iş yerinde çalışıyorsak, birbirimize ihanet etmeyeceğiz. Birbirimizin başarısını paylaşacağız ve birbirimizle gurur duyacağız. Küçük bahçemizdeki biberler olmuş mu diye bakacağız. Sokağımızı süpüren temizlik işçisine “günaydın” diyeceğiz. Bir Pazar günü dolmuşa atlayıp, adını bildiğimiz ama hiç gitmediğimiz bir mahalleye gideceğiz. Yabancı dil öğreneceğiz. Yaptığımız işi iyi bilmek için çaba göstereceğiz ve bizden daha iyi bilenlerden yardım istemekten ve bizden istenen yardımda bulunmaktan asla çekinmeyeceğiz, yani nasıl iyi bir insan olunuyorsa öyle olmaya devam edeceğiz. Tarihin cilvesine bakın ki, emperyalist güçlerin de büyük desteğiyle gerici, dinci, faşist ve ülkemizin gerçeğini asla karşılamayan bir insan grubunu başımıza hükümet yaptı. Unutmayalım ki, Franko ve Hitler gibi figürlerin temsil ettiği güçler de uzun yıllar ülkelerinde hükümet oldular. Ama şimdi yoklar. Elbette büyük trajedilere neden olup gittiler.

“Demokrasi”nin kentleşmiş toplumlara özgü bir yaşama biçimi olduğunu bilmiyormuşuz gibi, daha çok mezralarda, kırsal bölgelerde ve kent görünümlü köylerde yaşayan Türkiye toplumunun niçin köylülüğü, antiestetiği, kapalılığı, mistik değerleri öneren siyasal partilere oy vermesine şaşırıyoruz? Uluslararası öneme sahip, küresel güç dengeleri arasında paylaşıldıkça tükenmeyen ülkemizin yönetiminin, bize bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğunu hâlâ anlamıyor ve niçin hâlâ yerel güçlerimizi, değerlerimizi, birikimimizi birleştirebileceğimiz asgari müştereklerde bile biraraya gelemiyoruz? Bunları düşünmek ve çözüm üretmek yerine, ülkeyi terk etme planları yapanları, halkı küçümseyenleri anlamıyorum. Tamam, 1980 askeri darbesi, solun “s”sini bile bırakmadı ve bugünkü koşulları hazırladı. Tamam, konjonktürel koşullar dışarda (özellikle Ortadoğu konusunda) Batı emperyalist dünyasının ülkemize çok ihtiyaç duymasını, bunun sonucu olarak da içerde tek adamın bütün demokratik kurumların içini boşaltmasına, kendi kaderini ülkemizin kaderi durumuna getirmesine neden oldu. Böyle oldu diye topluca intihar mı edeceğiz? Kendine karşı olduğumuz için o tek adam hepimizi öldürecek mi? Hayır! O halde alıp başını kırlara gitmenin, bir şarkı mırıldanmanın, şu geçip giden bulutlara bakmanın da bir mücadele biçimi olduğunu yeniden hatırlamalıyız.

Unutmayalım ki, cami sayısının okul sayısından fazla olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Unutmayalım ki dinsel değerlerin, bilimsel ve sanatsal değerlerden çok daha belirleyici olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ortadoğu’nun müslüman krallıklarının, ülkemizin laik ve demokratik yapısından hep rahatsızlık duydukları, köle gibi yönettikleri kendi halklarına kötü örnek olarak gördükleri ve her fırsatta kendilerine benzetmeye çalıştıkları bir gerçektir. Buna, bize yaşama alanı tanımayan tek adam ve kadrosunu iktidar yapmak için çırpınmış olan “aydın(!)”ların ihanetini de eklersek, oldukça karanlık bir tablo çıkıyor. Ama biz karamsarlığımızdan iyimserlik çıkarmasını da bilmeliyiz. Bu yaklaşımın Polyannacılık olarak anlaşılması beni üzer.

Demek istiyorum ki, er ya da geç, özgürlük, dürüstlük, doğruluk ve haklılık kazanacaktır. Bu satırları öyle çok kolay yazdığımı sanmayın. İçim yanarak yazıyorum. Pir Sultan’ı, Lorca’yı, Metin Altıok’u düşünerek yazıyorum. Ve Nazım Hikmet’i. Ve hepimizi. Tezgahtan yeni çıkmış bir şiirimi izninizle paylaşmak istiyorum:

FESLEĞEN
şimdi orda buzlar eriyordur
yürümek istiyordur donmuş sular
sen bir odun atıyorsundur ateşe
bir odun daha
derken kış uyanıyor
bir akarsuda.
burda neler olduğunu kestirmek zor
elinde kitap olan bir adam
terkedilmiş bir bahçeye bakıyor
savaş haberleriyle uyanıyoruz
ihanete mi uğradık dağlarda
bir halk kendini tanımaya mı çalışıyor?
seni orda sanıyordum
güneşli pencerelerden mi çıkıp geldin
ellerin hâlâ fesleğen kokuyor?

*2015 Yılı Metin Altıok Şiir Ödülü’nü Varlık Yayınları’ndan çıkan “Atların Uykusu” kitabıyla alan şairimiz.