Geçen dönem, Kentsel Politika Yüksek Lisans Programı’nın proje dersinde tekno-kentlerin yaratıcı sınıf olarak adlandırılan çalışanları üzerine bir araştırma yürüttük. Araştırma bize, biri zamansal, diğeri mekânsal olmak üzere birbiriyle ilişkili iki pratiğin bu kesimi tanımlayan ana özellikler haline geldiğini gösterdi; esnek çalışma saatleri yanında çevrimiçi evden çalışma pratikleri!

“Yaratıcı sınıflara” bu pratiklerin ne anlama geldiğini üniversite penceresinden sorarken, beklemediğimiz bir anda ve hızlı biçimde salgın yaşamımıza girdi. Kısa sürede yüz yüze eğitime son verip, dersleri ve diğer akademik etkinliklerimizi evden sürdürmeye başladık. İronik sayılabilecek biçimde, bilişim sektöründe gözlediğimiz “esnek saatler” ve “evden çalışma”, kendi yaşamımızın parçası haline geldi. Kısacası, bu iki konuda tekno-kent çalışanlarına sorduğumuz, “ne düşünüyorsunuz” sorusu artık üniversite mensupları olarak bizim de önümüzde duruyor!

Bu sorulara üniversite bileşenlerinin ne yanıt vereceği önemli, çünkü pandeminin açtığı “online yol” belli ki dünyada olduğu kadar Türkiye’de de bu konudaki karar vericileri harekete geçirdi. Geçtiğimiz günlerde bize, online ikinci eğitime geçmek konusunda ne düşündüğümüz resmi olarak soruldu. Ayrıca bölüm derslerinin yüzde 100 ila 40 arası kısmının online hale getirilmesi de resmi beklenti haline gelmiş bulunuyor. Gündeme yeni düşen “üniversitelerin yeniden yapılandırılması” projesinde de bu yönde düzenlemelerin yer aldığını görmek şaşırtıcı olmayacak!

Olağanüstülüğün kuramcısı Agamben, “uzaktan eğitim” gündeme gelir gelmez, söz konusu yönelime sessiz kalan üniversite mensuplarını İtalya’da 1930’larda faşizme boyun eğen akademisyenlere benzetti. Göstermiş olduğu tepki ağır olsa da, Agamben’in telaşını yerinde bulduğumu belirtmeliyim. Çünkü ortada ciddi bir durum var!

Üniversiteleri online hale getirme eğilimi daha geniş ve üniversitenin ötesine geçen yeni bir yönelime işaret ediyor. Bu arayışlar, kapitalizmin yapısal hale gelen ekonomik olduğu kadar toplumsal/siyasal krizi ve çıkmazlarını da aşmayı hedefleyen bir yeniden yapılandırma girişiminin parçasıdır. Tekno-kent araştırmasında gördüklerimiz çarpıcı! Esnek çalışma saatlerinin çalışana görünürde sağladığı özerklik kazındığında, altından tekno-kent çalışanlarının da yer yer işaret ettiği, 8 saatlik çalışma süresinin neredeyse 24 saate yayılması çıkıyor. Evden çalışma pratikleri benzer biçimde bir yandan ulaşımda geçirilen saatleri ortadan kaldırırken, masraflarını çalışanlara yıkarak, özel alana ait evi, kapitalist işletmenin parçası haline getiriyor.

Öte yandan bu dönüşümü sadece sömürünün yaygınlaşma ve yoğunlaşmasına indirgemek fahiş bir hata olur. Daha da önemlisi söz konusu dönüşüm, çalışan sınıfların zaman ve mekanla olan ilişkisini de radikal biçimde değiştirme potansiyelini taşıyor. Çalışma ortamını ve saatlerini dağınıklaştırıp, toplumsal bir araya gelişleri en aza indirgeyen bu yalıtıcı pratikler, sadece toplumsal ve siyasal bilinç ve örgütlülük açısından çalışan sınıfları pasifize etmeyi hedeflemiyor; ötesine geçip bu kesimlerin sistemin gönüllü taşıyıcıları haline gelmesini de amaçlıyor.

Üniversiteye geri dönecek olursak; Agamben’in “teknolojik barbarlık” olarak adlandırdığı bu proje başarılı olursa, üniversiteyi çok uzun bir zaman aralığında oluşan geleneklerinden ve kazanımlarından koparacaktır. Ancak üniversitenin toplumsal alanda kendi ötesinde bir anlam ve etkisi olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bilginin üretildiği yer olarak üniversitenin teknolojik barbarlığı kendi evinde üretmesi, toplumsal yaşamın tüm alanlarında benzer uygulamaların önünü açan bir meşruiyet ve öznelliği söz konusu projeye sağlayacaktır.

Dolayısıyla su sıradan bir yenilgi olmayacaktır. Bu nedenle, Foucault’nun 1970’lı yılların ortasında seslendirdiği “toplum savunulmalıdır” vurgusunu, aynı savunmanın parçası olarak genişletelim ve “üniversite savunulmalıdır” diyelim.

Savunma konusunu önümüzdeki yazılarda derinleştireceğim!