10 Ekim 2015 sabahı, Ankara’daki katliam, bizi adeta bir cehenneme savurdu. Bir ateş topunun içine düştük ve çıkamıyoruz, çıkmaya niyetimiz yok, çıkmayacağız da

Unutkan duygusuzluk

> ONUR KOÇYİĞİT @kocyigit_onur

10 Ekim 2015 günü, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi.

• • •

Bir yazar bir film afişinden sözü açıyor, bir başkası, kendi yazdığı tiyatro oyunuyla ilgili kritiği gözümüze sokuyor, birisi bir derginin ilanını, bir diğeri kedilerinin sorununu anlatıyor, komşum apartmanın boyasından, bakkalım pariteden dem vuruyor. Elbette yaşam her şeye rağmen sürer, sürecek, sürmeli de; o muhteşem kendiliğindenlik ve devasa döngü, herkesin bir parça kendinde bulduğu şekliyle, sanki hiçbir lahzada durmamış, duraklamamış, öyle, hep olduğu gibi sürecek. Peki ya öldürülenler, parçalara ayrılanlar, parçaları dahi bulunamayanlar? Onlar da bu muhteşemliğin ve devasalığın parıltılı yansımalarına mahkum, sürekliliğin içinde kaybolup gidecekler mi?
Fredric Jameson, “Bir Marksist Okumanın Farklı Duyguları” başlıklı makalesinin büyük bölümünde “unutkan duygusuzluğu” ve “bellek yitimini” öne çıkarır. Burada uzun uzun anlatmayacağım zira baştan söylemeliyim ki, kitabın ya da makalenin bağlamı, şu cehennem günlerden çok uzakta. Ondan, sadece bu söz ettiği duyguların, katliamdan sonra yaşadıklarımız üzerindeki etkisini anlatmaya çalışacağım bu yazıda, topyekûn olarak nasıl etkilendiğimizi anlatırken yararlanacağım.

10 Ekim 2015 sabahı, Ankara’daki katliam, bizi adeta bir cehenneme savurdu. Bir ateş topunun içine düştük ve çıkamıyoruz, çıkmaya niyetimiz yok, çıkmayacağız da. Suruç’taki katliamda yaralanan Loren Elva’nın da dediği gibi: “İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın.” Sahi, herkes hatırlıyor sözü ama kim Elva’yı hatırlıyor?

• • •

Yazıda kullanılan bu fotoğrafı, 2 Haziran 2013 günü çekmiştim. Benim gibi birileri, parktakileri uyarıyordu. Bu yazılamayı yapanın düşündüğü, hatta yakındığı şey her neyse, benim de fotoğrafını çekmeme neden olan odur. O günün ertesinde Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş öldürüldü. Şimdilerde davaları sürüyor ve pek fazla insanın bu davaların takipçisi olduğu söylenemez. Yine bir unutkan duygusuzluğa terkedildiler. Mesai saatleri, iş, aile; daha önce andığım her şey yine sebep olarak gösteriliyor. Haklılar da belki, “gündelik hayat” tarafından işgal edilmiş bir yaşamları var insanların. Buna izin veren, işgale müsait bir yaşamları var ve asla bu işgale karşı çıkmıyorlar. Çıkan da ilk karşı koyuşta yeniliyor yahut mağlubiyete teşne hali onu yenik sayıyor. Başımıza gelen felaket bir de böyle büyüyor, gelip göğsümüzün ortasına oturuyor, onunla yaşamaya başlıyor ve alışıyoruz.

• • •

Taleplerinden ya da muhtevasından bağımsız olarak bir kitleyi yok etme isteği, devletin hiç yabancı olduğu bir duygu değil; hatta hoşlarına dahi gittiğini uzundur biliyoruz. Fazlasını da anlatmak mümkün. Peki ya mümkün olmayan nedir? Daha da açıklayarak sormak gerekirse, mümkün olmaması gereken nedir?

Muhtemeldir ki, bu yazı yayınlandığında, katliamın üzerinden bir hafta geçmiş olacak. Yine muhtemeldir ki, o geçen hafta da insanları bir unutkanlığa, sonra da duygusuzluğa itecek. Gündelik hayat diyip, iş, kira, çocuklar, komşular diyip itildiğimiz, hatta bile isteye ittiğimiz bu yerde sabit bulacağız kendimizi. Sonra, katliamı da bir unutuluşa teslim edeceğiz.

Buna derinden ve belki biraz da öfkeli karşı çıkışlar olacaktır. Hatta yazdıklarımı itham olarak görüp cevap vermeye, “kendini” anlatmaya, yaşamın onlar için sanki hiçbir şey olmamış gibi sürmediğini ispat etmeye başlayacakla bile olabilir. Olsun, bunu bir karşı koyuş halinde görmek dahi geliştiricidir. Ancak yine de güçlü itirazlardan emin olamayacağız. Çünkü unutkanlığımız, toplum olarak bellek yitimimiz, tam olarak bize bunu vaat ediyor. Devletin katliamlarını bile değil, sadece iş cinayetlerini hatırında tutan kaç kişi var burada? Sizin aranızda kaç kişi var?
En az 128 kişi biliyorum ben. Yüreği, kolu, bacağı, kafası, her hücresi; devlet malzeme ofisinin bir torbasına konmuş, en az 20 kişi daha biliyorum. Onlar, bu bellek yitiminin düşmanıydılar; yaşadıkları her alanı, en küçük ihtimali dahi değerlendirerek, bir belleğe, hatırlama ve yaşatma alanına çevirmeye gönüllüydüler.

Ama işte biz, yazının başında andığım herkes gibi, gündelik hayatın öğütücülüğüne sığınıp bedenlerimizi unutkan duygusuzluğa yatırdık. Bu kan revanın içinde ruh halini korumak, çok da mümkün görünmüyor elbette ama bu insanların, bu göğü engin, yeri derin bulan insanların unutkan duygusuzluklara mahkûm edilmesi, onları “ölümlü” yapmaz mı, yapmayacak mı?

Ummak isterdim ki, bu cehennem sönmeyecek, için için yanan bir şeye, adeta bir kütleye dönecek ve sonra o ateş dönüp tutanı yakacak. Görüyorum ki herkes kendini bir yerlere itmiş, çekmiş ve kaçmış. Belki bu da bir yas tutma biçimidir, bilemem; ancak bugünlerde insanların belki alışmaktan belki yadsımış olmaktan mürekkep bir duygusuzluğu var. “Onlardan” olanları saymıyorum dahi; onlar bu yazının hiçbir yerinde yoklar. Ben hep bizden bahsediyorum; hasbelkader hayatta kalmış, hayatta kalmanın suçluluğunu taşıyan bizden bahsediyorum.

• • •

13 Ekim 2015 günü, 3 günlük sokağa çıkma yasağının son gününde, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, 12 yaşındaki Helin Şen, polis kurşunuyla öldürüldü.