Ahmet Muhip Dıranas, kanımca bu topraklarda yazılan en kıymetli şiirlerden biri olan “Olvido”yu, “Ey unutuş, kurtar bu gamlardan beni…” diyerek bitirir. Unutmayı istemek bir tercihtir. Kimi zaman omzundaki yükten sıyrılmak, gündelik yaşamın acıtıcı yanından kurtulmak, kalp ıstırabından kaçmak, bütün çıplaklığıyla sırıtan gerçeklikten arınmak, nefesini açar insanın. Ancak hayat, dayattıklarıyla çoğunlukla bu geçici arzuya itiraz eder. Eğer sağlığımız yerindeyse, unutuş sadece belli anlarda yıkanabileceğimiz imkân denizidir o kadar. Üstelik yaşadığımız coğrafyada bin yıllardır sürekli sürgünler, öldürümler, savaşlar, acılar yaşanıyor, hatta katmerleniyor. Böyle bir çağda bellek yitimi elimizde kalan en büyük kepazelik olurdu sanırım.

***

Bu topraklarda bir de kendi hayatımızın sıradan akışı içinde ülke tarihinin dayattığı çok katmanlı gerçeklikler var. Her sabah uyanır uyanmaz bizi teslim almaya çalışan boğucu atmosfere rağmen gülümsemeye çalışıyoruz. Yakın tarihi yahut içinde olduğumuz şimdiyi çözümlemeye çalışmanın, hesaplaşmanın tedirginliği var üzerimizde. Bu nedenle öyle kolay üstümüzden atabileceğimiz bir örtü değil geçmişimiz. Hayatlarımızı esir alsa da, örselese de yazın alanında uçsuz bucaksız imkânlar sunuyor bize. Tarihi ya da günceli, hatta bütün bunları geçtim pek çok irili ufaklı olayın su yüzüne çıkmamasının nedeni, toplum olarak gerçeklikten kaçmayı bir alışkanlık haline getirmemiz. Kolektif ve hatta seçici bir unutkanlık karşısında yazmak süreç içinde dirence, yeri geldiğinde de belgelemeye dönüşüyor. Ancak gerçeği bu kadar acıtıcı bir biçimde yaşarken gerçekliği kavrayışımızda büyük sorunlar arasında salınıyoruz.

***

Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya/ anımsamazlar geçtikleri yolları.” Oysa ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca. Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Hatıralarımızın capcanlı olması biraz da bundan! Zor günlerin içinden geçip unutmaya hevesli olmamız bundan!

***

Kazancakis, o meşhur “Zorba” romanında hayattan beklentilerini olabildiğince azaltmış bir entelektüel bir süreliğine ruhunu dinlemek için Girit’e gider. Kendisine ait linyit kömürü madenleriyle cebelleşirken karşısına “Zorba” çıkar. Ve kulağına bir gün, “İnsan zorlayıcı olurken bir yanı zorba olmak istiyor, hayatı yaşamak istiyor …” sözünü fısıldar. Hayatı tüm iliklerine kadar yaşamak, aşkla, sevdayla, tutkuyla, arzuyla harmanlamanın bir bedeli var kuşkusuz. Bizim gibi ülkelerde ise böyle duygularla hemhal olmak onca zorluk varken yaşamın sunduğu güzel sürprizler... Yaşamak, nefes almakla bütünleşince “umut” sözcüğünden bağımsız değil.

Öte yandan ağır sancılar, her gün şahit olduklarımız büyük bir fatura çıkartıyor bize. Yine Benjamin’ sığınacağım: “Umut dediğimiz şey umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” diye.

***

Önceki gün Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi bir tweet atmış. Eşinin mahkeme sürecini izlerken üzüntüden beyninde yer yer kanamalar olduğundan söz ediyor. Buna annemle ilintili yakından tanıklık eden biriyim. Babamın öldürümünden sonraki adalet arama macerasında annemin beyninde tümör oluştu. Ne yapsak kurtulamadık lanet tümörden! En sonunda da kaybettik onu.

***

İşte bu nedenle unutmak rahatlatıyor. Ama ya hatırlamak? Biz hatırlamak için bedel ödeyen bir topluma dönüştük.