Keşfinin kısa bir süre sonrasında alanında yapılan çalışmalarla (daha çok haber-belgesel anlamda) fotoğrafın toplumsal bilinç oluşturma ve toplumsal bellek üzerinde etkisi görünür nitelikteydi. Ancak sonraları iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması, görüntü bombardımanın etkileri, yaşanılan topluma yabancılaşma, görsel manipülasyonlar ve çok çok nedenlerle fotoğrafın artık o eski gücünü yitirdiği söylenir oldu. Bunu dile getirenler haksız da sayılmazlar doğrusu. Vietnam Savaşı görüntülerinin toplumda savaş karşıtı bilinci ve dolayısıyla protestoların tetikleyicisi, çocuk işçilerle ilgili fotoğraf çalışmalarının çocuk koruma yasalarının çıkması gibi sonuçları yaşandı. Ancak benzeri örnekler geçmişte yaşanırken günümüzde savaşlar, yoksulluklar, sömürü düzeni daha da artmış olmasına rağmen bu alandaki fotoğrafların etki gücü tartışılır hale geldi.

Bu kısa ve yetersiz girişin -’Fotoğraf İdeolojisi’ kitabımda konu geniş işlendi- asıl nedeni üç mülteci çocuktan biri olan Aylan Kurdi’nin Bodrum kıyılarına vuran ölü bedeninin fotoğrafının yarattığı etki. Fotoğraf siyasi kararların değişimine neden oldu, toplumların mültecilere bakışını değiştirdi. Bu fotoğrafa bakmak o kadar kolay değil.Öncesi, Suriye’den göçmek zorunda olan insanları hor görenler ve ifade etmekten sakınmayanlar, bu fotoğrafın karşısında sus-pus oldular. Başkalarının Acısına Bakmak! İşte tam da burada ‘ben’in/’bizim’in dışımızda herkes başkası/öteki olunca yani kapitalist düzen bireyi öncüleyince, toplum; yasalarla, polis baskısıyla, hapishanelerle, üniversitelerle, tımarhanelerle ıslah edilip sindirilince, baskı, korku dağları aşınca susan insanlar gördük... Bilinçlerini kapatan insanlar...

Sonrası, sosyal medyada bir-iki tweet paylaşımıyla vicdanlarını rahatlatanlar olmuştur, ne diyeyim Allah kabul etsin! Aylan’ın o fotoğrafından sonra aynı düşüncede değillerdir herhalde.

Bu fotoğrafın karşısında durmak kolay değil demiştim. İnsanlık tarihinin belleklerimizden silinmeyecek bir örneği... Yalnızca bu fotoğraf mı? Sığınmacıların karaya vuran bedenleri... Denizlerde yüzen binlerce ölü beden fotoğrafları... İç savaştan gelen görüntüler de var... Fotoğrafları gören insan kayıtsız kalamaz, bilincini kapatamaz. Ne kadar zor olursa olsun, bu fotoğraflara bakmak bir sorumluluk olarak karşımızda duruyor, çünkü onların yansıttıkları gerçekler konusunda yapılması gereken şeyler mutlaka var. Öyle bilincimizi kapatıp kaçamayız.

Yazımı yazarken ara verdiğimde elimdeki Sarah Kofman’ın “Camera Obscura, İdeolojinin Karanlık Kutusu” kitabında bir notla karşılaştım. Nietzsche’den alıntıyı kısaltarak paylaşacağım; “Bilincin kapılarını ve pencerelerini bir süreliğine kapatmak; birlikte ama birbirine karşı çalışan yaşamsal organlarımızın gürültüsü ve çabasıyla rahatsız edilmemek; biraz sükut; yeni şeyleri düzene sokmak, en çok da derin düşünmek amaçlı daha asil görevlere ve görevlilere (ne de olsa bedenimiz bir oligarşidir) yer açmak için bilinçte küçük bir tabula rasa- bir bekçi gibi psişik düzenin, duruşun ve görgünün koruyucusu olan aktif unutuş...”

Nietzsche’nin kastettiği ancak insana/bireye uyarlanabilir, insanlık dramına değil, bugünkü yazımın konusuyla ilgisi yok. Bu unutuş anı; bir silme mekanizması değil, bekleyiş ve unutuş; ortadan kaldırma değil, özeleştiri dilinin saf edilgenliği, bir tür arınma ve yeniden güçlenme olarak okuyorum. Ben böyle düşündüm. Nietzsche bunu kastetmediyse kendi bilir!

Unutmayı karanlıktan çıkarmak... Unutmamak direnmektir. Unutacak olma korkusu, çünkü yarın anımsamayı unutmamak gerekecektir. Denizlerde yüzen ölü bedenler...

Medeni ülkeler dedikleri bu fotoğraftan sonra sığınmacıları anlamak mı?

Marx’ın “İnsan, tarihini kendi yapar, ama önceden hazır bulduğu koşullar içinde,” derken yanılmıyordu. Aylan’ın bedeni Kobane’ye gömüldü. Şimdi hangi ölümlerin, hangi zulümlerin, hangi fotoğrafların ‘gösterilmediğini’ sorma zamanıdır. Yoksa hepimiz bu vahşet, utanç verici ve acı fotoğraflarına bakan birer dikizciden başkası olamayız.