İngiliz gazetelerinin Obituaries (‘ölüm ilanları’ diye çevrilebilir ama tam karşılığı bu değil aslında, ilandan daha fazla kapsayıcı bir anlamı var) sayfalarındaki yazılar çok ilgimi çeker. Ölen kişiler hakkında, onları tanıyanların kaleme aldığı yazılardır bunlar. Sanıldığı gibi sadece övgü içermezler, “öleni iyi bilirdik” gibi klişe bir yaklaşımla ele alınmaz hakkında değerlendirme yapılan kişi. Bana sorarsanız bir hayli objektiftir de yazılanlar. Keşke bizim gazetelerimizde de bu tür bir sayfa olsa diye çok düşünmüşümdür. Kaybedilen her kimse, onun hakkında aşırı övgü ya da yergiye kaçmadan ölçülü değerlendirmeler okuyabilsek.


The Guardian’ın 23 Aralık 2017 tarihli sayısında Obituaries sayfasında rastladım Mehmet Aksoy’la ilgili böyle bir yazıya. Kürt ya da Türk bizim coğrafyadan kayıplar hakkında yazılmış yazılara çok sık rastlanmaz bu sayfalarda. Dolayısıyla Aksoy’la ilgili yazı elbette bu yüzden de çok ilgimi çekti.

İstanbul doğumlu bir Kürt genci olan Aksoy’un nasıl öldüğünü duymuştum. Bir sinemacıydı Aksoy. Hem de İngiltere’de bu alanda iyi eğitim veren okullardan mezun olmuş iyi bir sinemacı. 26 Eylül 2017’de Suriye’nin Rakka kentinde IŞİD saldırısı sırasında yaşamını kaybettiğinde 32 yaşındaydı.

Siyasal görüşlerine katılırsınız ya da katılmazsınız ama şu bilinmelidir; Aksoy’un şiddetle işi yoktu. Rakka’da IŞİD ile Kürt güçleri arasındaki çatışmaların belgeselini yapıyordu. Gazeteciydi aynı zamanda, Kürt güçlerinin egemen olduğu alanlarda özellikle kadınların özgürlüğü konusunda çalışmalarıyla da biliniyordu. Hakkında yazılan yazıdan siyah devrimci hareket Kara Panterler’in önde gelen aktivistlerinden George Jackson’ın anılarının kendisini çok etkilediğini öğrendim.
Şiddet dolu bir coğrafyada, hem o coğrafyayı hem dünyayı sanatla değiştirmeye inanmış bir genç olarak inandıklarını kısacık yaşamında gerçekleştirebildi Aksoy. 2014’te çektiği Panfilo adlı kısa film İtalya Kısa Film Yarışması ile İngiltere Öğrenci Filmleri Yarışması’nda ödül aldı.

Mezun olduğu Goldsmith Üniversitesi’nde Mehmet için hocalarının da katıldığı bir de anma günü yapıldı. Hocaları çok ama çok güzel sözler söylediler hakkında. Robert Smith adlı hocası, üniversiteye başvurduğunda 60 kişi arasından onu neden seçtiğini anlatırken, Aksoy’a daha önce yaptığı Slap adlı kısa filmde ne yapmak istediğini sorduğunu, ondan da “Avrupa burjuvazisinin sinema yaklaşımına ironik bir bakış” yanıtını aldığını anlatmış. Gencecik bir sinemacının hayli iddialı bu yanıtı üniversiteye alınmasına yetmiş. Gerisi elbette çok iyi bir öğrencilik.

Kimsenin savaş meydanlarında barış için mücadele vermesi gerekmez. Savaş meydanlarından uzak yerlerde de katkı yapabilir kişi barışa. Mehmet Aksoy, İngiltere dışına çıkmayabilirdi de. Çıkmayan başkalarına da, ona da “hariçten gazel okumayın” denmesini doğru bulmam. Herkesin tarzı farklı olabilir, yeter ki doğrunun, iyinin, haklının yanında olunsun, bu da yeter. Ama Mehmet bununla yetinmedi. Rojava’da verilen savaşın belgeselini yaparak orada olan biteni “sanat yoluyla” duyurmak istedi.
Önyargısız, insan sevgisiyle dolu, kadınların özgürlüklerinden yana, halkların kardeşliğinin savunucusu genç bir Ortadoğulu olarak (Kürt, Türk, Arap, Ezidi, Ermeni, çoğaltabilirsiniz daha) aslında tek kişi olmasına rağmen “en kalabalığımızdı” Mehmet Aksoy.

Londra’da Kürtçe/Türkçe yayımlanan Telgraf gazetesinde babasının verdiği ilandaki “Oğlum Deniz oldu, Yusuf oldu, Hüseyin oldu. Benim oğlum Mahir oldu, İbrahim oldu” ifadeleri Türkiye devrimci hareketinde kimseyi dışlamayan bir ailenin ferdi olduğunu da gösteriyor Mehmet’in.

Ortak yaşama kültürümüze sürekli darbe indirilen bir ortamda kucaklayıcı olmanın simgelerinden sayarım Mehmet Aksoy’u. İngiltere’de “bizim” dillerimizden her ikisini konuşan, bu dillerde ağlayan, gülen (çok güzel güldüğü de bir gerçek) pırıl pırıl bir gençti.

Çektiği filmler de kısaydı, yaşamı da. Ama anısına duyulan saygının “ömrü” filmlerinden de yaşamından da uzun olacak.
Kuşku yok.