Sanat, kendine özgü göstergelerle yeniden kurar belleğin zembereğini. Acıyı bilince dönüştürür. Geçmişi sezdirir, duyumsatır, sorgulatır. Işık tutar karanlığa. Zamanın izlerini okutur. Anımsatmalar, çağrışımlar ve sezgilerle gerçeği yeniden kodlar belleğimize. Kollektif bir bellek “Unutmama Müzesi.”

Unutmamak Müzesi

İBRAHİM KARAOĞLU

Yukarıda, bulutların arasında bungun, kızgın Temmuz güneşi. “Yangın kavmindeniz ne giysek alev” dizesi dolanıp duruyor belleğimde Hulki Aktunç’un. Yine buruk bir Temmuz. 93 Sivas’ının lavları, sıcak alevleri dokunuyor içimize. Hiç dinmiyor içimizdeki yangın. Geçmiş, vuruyor şimdiyi.

Bu ortaçağ yangınının külleri soğumadan, Paris’teki atölyesinin duvarlarına yasladığı kocama tuvallerin her birini içindeki yangının imgeleriyle donatmıştı ressam İsmail Yıldırım. Ve 93 Sivas’ına dair resimleri o yapmıştı ilkin. Yalnızca duygusal görüngülerle değil, düşünsel katmanlarla da yüklüydü tuvalleri. Sezdirdiği anlamlarla yüzeyden derine doğru bir algı evreni yarattığı, Sivas yangınını sorgulayan resimlerle buluşturmuştu izleyicisini. Hiç unutmadım o sergiyi, günlerce gezdim içinde. Tekrar tekrar okuyup durdum görsel, yanık mektuplarını. Ve bir yaz günü İsmail’le, Montmartre sokaklarında, J. S. Crespelle’in kitabındaki öykülerin, mekânların içinde dolaşırken; Sivas resimlerini konuştuk saatlerce. Sonra, Bastille’deki atölyesine gittiğimizde yine o resimlerle karşılaşıp, yeniden okudum tuvallerin içindeki yangını. Uzun, içli bir mektup gibiydi her bir resmi. Tuvallerinin içindeki kırık aynalar ve yanık suretler silinmedi hiç belleğimden. Yanık yüzler, aynadaki suretler; her biri tanıdıktı. Bize bakıyorlardı bir yangın yerinin içinden. Yalnızlıkları, yanan yerleri dokunuyordu bakışlarımıza. Daha bir çoğalıyordu yalnızlığımız. Düşleri, umutları dokunuyordu. Bu dokunuşlar kanatıyordu içimizi. Bir çocuk saflığında bakıyorlardı gözlerimize. Gözlerimiz bizim olmayan iki uçurumdu sanki. Bir yangının orta yerinden en umarsız bakışlarla bakıp, içimizi yakıyorlardı. Hiç biri yabancı değildi; yan yanaydık dün, aynı şarkıları, aynı marşları söylüyorduk; aynı duyarlılıkla. Aynı paydasındaydık hayatın. Dünün penceresinden bakıyorlardı; ateşin, alevlerin, umarsızlığın İçinden. Dün dediğimiz 93 yazı. Öncesinde aynı bulvarlarda yürürdük aynı pankartlarla. Aynı yollardan gidip gelirdik evlerimize. Aynı sınıfta okumuştuk hayatı; aynı sloganlara inanarak. Hiç unutmazdık sınıfımızı...

Sessizce bakıyorlardı İsmail’in tuvallerinden. İçimizdeki ıssızlığı dalgalandırıyordu bakışları. Eski gözlerimize bakıyorlardı; o en yalansız, en umut dolu, yaşama inanan, güvenen yanlarımızı görmek istiyorlardı belki de. En çok o yanımızla yüzleşmek, o yanımızla olan yoldaşlığımızı bulmak istiyorlardı...

Paris dönüşü, yeniden Metin Altıok ve Behçet Aysan şiirleri okudum günlerce.Kardelen ve Mülkiyelliler Birliği’ndeki buluşmalarımızın, doyumsuz sohbetlerimizin özlemi sardı içimi. Ve uzun bir hesaplaşma yazısı yazdım 5 Temmuz 1998’de, Cumhuriyet Gazetesi’nin Dergi ekinde, İsmail’in resimleri ve yanan dostlarım için. “Sivas resimlerini çizerken önce renkler değişti Kömür karası, ateş kırmızısı, yangın mavisi, kül rengi girdi resimlerime.” demişti İsmail. Ben de “Önce renkler değişti” koymuştum yazımın adını.

Yıllardır hiç sönmüyor içimizdeki yangının ateşi, ağırlığı ruhumuzda küllerin. Her Temmuz yeniden kanıyor yaralarımız. Resmi tarihçiler, kendi kutsadıkları üzerinden çarpıtılmış bir geçmiş oluşturarak, o geçmişle bağlamlı bir geleceği yaratmak için istedikleri şeyleri unutturmaya çalışıyorlar. Her şeyi unutkanlığın dehlizlerine gömerek bir “unutma bahçesi” yaratıyorlar. Bireysel ve kişisel belleğimizin unutma ve anımsama sürecinde şekilleniyor kimliğimiz. Çünkü unutma ve anımsama alanı bellek. Ve toplumsal belleğimizin en acımasız alanı; “unutma bahçesi.”

Günümüzde, kıymetli bir meta olarak algılanan sanat; iyileştirici, anımsatıcı, toplumcu bir duyarlılıkla yansıtıldığında çok daha kıymet kazanıyor. Yaşamı savunan, sorgulayan bir bellek oluşturuyor. Sekiz yıl önce, sevgili Bubi (David Hoyan), bir toplumsal sorumluluk projesi bağlamında, Beşiktaş Belediyesi Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde; “Unutmamak Müzesi”ni oluşturduğunda çok mutlanmıştım. Sivas’ta yanan canlarımızın anısına, ülkemizin 35 ünlü sanatçısı, yapıtlarının bir yerini yakarak; içimizdeki yangının simgesine dönüştürdüler ve “Unutmamak Müzesi”ne bağışladılar. Adnan Çoker, Ara Güler, Devrim Erbil, Mehmet Güleryüz, Tomur Atagök, Süleyman Saim Tekcan, İpek Düben, Komet, Seyhun Topuz, Utku Varlık, Meriç Hızal, Ferit Özşen, Halil Akdeniz, Adem Genç, Koray Ariş, Mustafa Ata, Zahit Büyükişleyen, Mustafa Altıntaş, Balkan Naci İslimyeli, Hanefi Yeter, Tülin Onat, Osman Dinç, Şenol Yorozlu, Yusuf Taktak, Bünyamin Özgültekin, Nedret Sekban, Aydın Ayam, Mehmet Günyeli, Bubi, Ahmet Oran, Mithat Şen, Bedri Baykam, İrfan Okan, Mustafa Karyağdı, Seçkin Pirim gibi sanatçıların yapıtlarıyla çoğul bir anımsama panoraması oluştu “Unutmamak Müzesi”nde.

Aydın ve sanatçı olmanın sorumluluğuyla, zalimlerin yarattığı insanlık utancına karşı çıkarak, yanan canlarımızı yücelten bir duruşla, görsel bir manifesto oluştu “Unutmamak Müzesi”nde.

Sanat, kendine özgü göstergelerle yeniden kurar belleğin zembereğini. Acıyı bilince dönüştürür. Geçmişi sezdirir, duyumsatır, sorgulatır. Işık tutar karanlığa. Zamanın izlerini okutur. Anımsatmalar, çağrışımlar ve sezgilerle gerçeği yeniden kodlar belleğimize. Kollektif bir bellek “Unutmama Müzesi.” Sanatçı Bubi’ye bu projeyi gerçekleştirme olanağı veren, dönemin belediye başkanı İsmail Ünal’ın “Unutmamak Müzesi, bir bellek merkezidir. Başka bir ayrıntıya takılmadan Madımak Katliamı’nda yakılan aydınlarımızı, anılarını ve ödedikleri bedeli yaşatma sergisidir.” dediği yer “Unutmamak Müzesi.” Yolunuz Beşiktaş Çağdaş’a (Mustafa Kemal Kültür Merkezi) düşsün. İçimizdeki en kanayan yere, yeniden dokunuyor bu yapıtların imgeleri, ama unutmamayı anımsıyoruz. Her bir yapıtın içi yanık izlerle dolu, anımsama ve unutmama alanı. Bu müzeye emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum. İyi ki var “Unutmamak Müzesi.”