Yaşanan olayları kendimize değen yerlerinden alıp yorumlamak, ardını ise unutmak toplumsal bir hastalığımız. Medya ve iktidarın sonsuz desteğiyle de bu hastalık tedavi edilemez bir hale dönüşmek üzere

Unuttuğunu bile unutmak

Duygu Ergün

“Sayın Bakan... adım N. Ç., 13 yaşındayım. ... 7 ay boyunca bana tecavüz ettiler. … Davamdaki bütün suçlular şu anda serbest bırakıldı. Elini kolunu sallaya sallaya geziyorlar. Ya benim hayatım, hayatım ne oldu biliyor musunuz?”

Bu satırlar, aralarında üst düzey kamu görevlilerinin de olduğu –teşhis edebildiği–, 28 kişi tarafından, aylarca tecavüze uğrayan 13 yaşındaki bir kız çocuğuna ait. Yargılama sürecinin ikinci duruşmasında tüm sanıklar tahliye edilince dava da Türk hukuk tarihinde “utanç davası” olarak yer etti. Küçük kız, çaresizliğini anlatmak için Adalet Bakanlığı’na yukarıdaki satırları içeren bir mektup yazdı. Bakanlık, mektubun “adaletin manevi kişiliğini tahkir ve tezyif ettiği” gerekçesiyle, soruşturma başlattı. Ve ne yazık ki utançla başlayan adalet arayışı on yıl sonra yine utançla son buldu. Sanıklara “kızın rızası vardı” gerekçesiyle verilen hafifletilmiş cezalar onaylandı. Avukatı, vicdan sahibi her birey adına şu soruyu sordu:

“15 yaşından küçük bir çocukta rıza olur mu?”

Ancak bir kâbus olmasını dileyebileceğimiz bu olay, 2002 yılında Türkiye’de yaşandı. Bu süreç, adalete asla güvenemeyeceğimiz zamanların belki de en haklı göstergesiydi. Olayın öğrenilmesinin ardından geniş bir kamuoyu oluştu, tüm ayrıntılarıyla dava takip edildi. Kara kutu açıldıkça açıldı ve ortaya üzerlerindeki lekenin yunmakla geçmeyeceği bir dolu insan bıraktı. Utandık. Öğretmen adına, muhtar adına, daha nice insan adına utanır mı insan? Biz utandık. Sonra; yargı adına, adalet adına utandık. Yetmedi, bu olayın ne ilk ne de son olduğunu hatırladık ve suskunluğumuz için utandık. Neyle yaşar insan; bu suskunlukla, bu utançla, bu vurdumduymazlıkla nasıl yaşar?

Unutmak!
Bu duyguları çok uzak değil, hepimizin hatırlayabileceği yakın bir geçmişte yaşadık. Yaşadığımız her güne damgasını vuran öyle yeni trajediler yaşıyoruz ki, bir öncekinin sorumluları kimdi, cezai müeyyideler uygulandı mı diye takip etmekte güçlük çekiyoruz. Art arda gelen ve artık sıradanlaşan olaylar silsilesi karşısında tepki vermeyi, öfkelenmeyi, hak aramayı zül sayıyoruz. Hele ki mesele bize değmeden yaşanmışsa…

Yaşanan olayları kendimize değen yerlerinden alıp yorumlamak, ardını ise unutmak toplumsal bir hastalığımız. Medya ve iktidarın sonsuz desteğiyle de bu hastalık tedavi edilemez bir hale dönüşmek üzere. Nitekim bugün N. Ç.yi, Karaman’da, Yozgat’ta tecavüze uğrayan çocukları, Özgecan’ı, Hande Kader’i ve daha nicelerini neredeyse hiçbirimiz hatırlamıyoruz. Unutabilmenin vicdani rahatlığıyla da sessizce bekliyoruz. Peki, unutuyor olmamız olağanın dışında tepkiler vermemize sebep olsaydı, neler yapardık o zaman?

Geçtiğimiz günlerde, bir internet kanalında yayınlanan Şahsiyet adlı dizi, böylesi bir kurgunun eseri olarak çıktı karşımıza.

NOT: Yazının bundan sonraki kısmı, Şahsiyet dizisinin detaylarına dair ipuçları içerir.

“Şahsiyet”
Dizi, adli kâtiplikten emekli, muteber bir kişi olan Agâh Beyoğlu’nun (Haluk Bilginer) Alzheimer hastası olduğunu öğrenmesinin ardı sıra gelişen olaylar ekseninde ilerliyor. Agâh Beyoğlu, vaktiyle sustuğu ama asla unutmadığı kötü hatıralarının diyetini bir seri katile dönüşerek ödüyor. Öyle ki artık, öldürmeye teşebbüs edip yapamadığı, vicdanının öfkesine yenik düştüğü zamanların yerini, unuttuğu, unuttuğunu bile unuttuğu zamanlar almıştı:

“Ne âlâ dünya! Hiçbir şey hatırlamıycam!.. Ömür boyu unutmak… Unuttuğunu bile unutmak...”

Agâh Beyoğlu, tecelli eden adaletin kimseyi teselli etmediği yerden hikâyeyi devralarak, ölümü hak ettiğini düşündüğü kişileri öldürmeye başlıyor. İşlediği cinayetlerin ardında bir intikam duygusunun yattığını çok geçmeden anlıyoruz. Ama asıl meselenin şahsilikten ziyade bir şahsiyet meselesi olduğunun farkına ise acı bir sonla varıyoruz. Agâh Beyoğlu’nun içinden çıkamadığı girdaplarının nedeni, küçük bir kız çocuğunun “şahsiyeti” ve koca bir kasabanın sorumlu olduğu bu şahsiyeti üzerlerinden atma savaşımıdır. Mevzunun üzerimize yüklediği ağır sorumluluk ve hafızalarımıza vurulan neşterle, adalet ve hukuk arasındaki ikircikliğimiz başlıyor. Bir taraftan –dizinin bir başka karakteri– Polis Nevra’yla (Cansu Dere) birlikte aslında olması gereken hukuk kurallarının muhasebesini yaparken diğer taraftan Agâh Beyoğlu’yla olmayan ya da işlemeyen hukukun karşısında kendi adaletimizin ne olabileceğini düşlüyoruz. Çünkü, dizideki olayları ve kişileri her ne kadar gerçeklerden bağımsız birer kurmaca olarak düşünmemiz istense de aslında yaşadıklarımız doğrultusunda bir o kadar gerçekler.

“Bu topraklar kız çocuklarını öldürür. Kalanları büyüdükten sonra, ama mutlaka. Sonra gömer ve unutur.”

Hakan Günday, senaryosunu yazdığı Şahsiyet dizisiyle, küçük bir kız çocuğunun yok olan dünyasından vicdanlarımıza seslenen duyarlı bir işe imza atıyor. Şahsiyeti hatırlatıyor ve Alzheimer teşhisinin bireylere değil toplumlara koyulmasının gerekli olduğu mesajını veriyor: “Sen zannediyor musun ki bir tek Alzheimer olan sensin? Herkes hasta, hepsi hasta. … herkes her şeyi unutur. Bu millet neleri unuttu …”

Şahsiyet, etkisi yayınlandığı bölüm ve gün kadar süren dizilerin aksine çok daha fazlası. İzlenmeye de fazlasıyla layık.
Hakan Günday, Onur Saylak ve tüm dizi ekibine teşekkür; N. Ç.ye sonsuz sevgiyle…