İnsanın tümgüçlülük yanılsamasını sürdürmesi, bedenini unutmayla sonuçlanır genellikle. Beden, zihnimizdeki tümgüçlülüğü sürdürdüğü sürece değerlidir, o şık kıyafetler, güzel görünmeler, istediğimiz zaman istediğimiz kadar çalıştırabileceğimiz bir aygıtmış gibi… Bunun nedeni, insanın zihnindeki o soyut ve yanılsamalı gücü bedeninde bulamamasıdır. Beden, nihayetinde yaşlanan, hastalanan, üşüyen, acıkan biyolojik ve maddesel bir yapıdır. Kişi ancak sağlık sorunu yaşayınca bedenini hatırlar ve yaşadığı bu narsisistik kırılma, onu fazlasıyla derinden etkiler. Narsisistik özellikler gösteren kişiler, hasta olmaktan nefret ederler örneğin, hatta bir yakınları hastalandığında da sanki bile isteye hasta olmuşlar gibi o kişiye sinirlenebilirler. Hâlbuki beden bu, hastalanır da… Pandeminin modern uygarlıkları sarsmasının arkasında bu tümgüçlülük yanılsamasının olduğuna dair çokça yazıldı çizildi. Gezegenin canlı bir organizma olduğu ve bu organizmanın içinde yaşadığımızı çoğu zaman unutuyor oluşumuz, bedenimizin biyolojik yapısını unutuyor olmamıza çok benziyor.

Günümüzde pek çok kişi, bedeninden nefret ediyor; boyunu, kilosunu, görünüşünü kafasına takan, aynaya baktığında yüzünü buruşturanların en büyük hayali, sihirli bir makinenin içine girip bilgisayar oyunlarındaki gibi bedenine istediği şekli verebilmek olsa gerek. Bu tümgüçlülük yanılsamasının sürdürülmesi, gerçekliği inkâra yöneltebiliyor kişiyi, hem istediği her şeyi yesin, hem de kilo almasın. O kadar kahveyi, alkolü içebilir, uykusuz kalabilir, takıntılarla ve üzüntülerle yorgun düşebilir, ama yine de her zaman enerjik ve sağlıklı olmak zorundadır. Hastalandığında ya da kilo aldığında, ona düşmanca davranıp ağır egzersizlerle, kimyasallarla diriltmeye çalışmamız da cabası…

Freud ego ve id ilişkisi üzerine yazarken, ‘ego’nun, öncelikle ‘beden-ego’ olduğunun altını çizmişti ve ‘ego’nun nasıl olup da idealizasyon süreciyle beraber bedenden koparıldığını anlamaya çalışmıştı. Ego, id’in haz-ilkesi yerine gerçeklik-ilkesini geçirmeye çalışır. Sanırım bu hakikat-ötesi diye tanımlanan çağda, gerçeklikle ilişkimiz bozuldukça bedenimizle ilişkimiz de bozuluyor. Çok uzun yıllar beden, ruhun hapsedildiği bir kafes gibi görüldü ve bedene yüklenen bu anlam onu araçsallaştırmayı kolaylaştırdı. Engizisyon vahşetinin görüldüğü zamanlar, bedenin en çok küçümsendiği zamanlardı.

Tümgüçlülük yanılsamasının bedeni küçümsemesindeki etken, onun ölümlü ve kolay incinebilir oluşu. Ölümü yadsımak, bedeni ve ihtiyaçlarını da yadsımak anlamına geliyor. İşte, tam da bu noktada, ‘hakikat-ötesi’ diye tanımlanan bu çağa, aynı zamanda ‘kaygı çağı’ adı da veriliyor, çünkü kaygı ve endişe, öncelikle her şeye gücünün yeteceğini sanan bir öznenin varlığını işaret eder, bu muktedirlik hissi ne kadar güçlüyse o kadar endişeliyizdir. Yoksa, yaşamak için tedbirler almamıza neden olan endişelenmeye hepimizin ihtiyacı var; tedbir almak ve geleceği kontrol etmeyi istemek farklı şeyler. Endişe, geleceği kontrol edemeyen öznenin aynı zamanda kendisine şiddet uygulamasıdır, sanki gücü yettiği halde yapamıyormuş gibi; gerçekliği kabul etmekle ilgili yaşadığımız zorluk ne kadar yüksekse, endişe de o kadar artar. Endişelerimiz, arzularımızın bir cezası haline gelebilir; çünkü endişede bir acele vardır, kötü olduğuna inandığımız sonu hızlandırır, hatta fantezi düzeyinde gerçekleşmiş gibi o sonu defalarca yaşarız. Araçsallaştırılan bedenimiz, bütün bu endişelerin kurbanı haline gelir, tıpkı yaşadığımız gezegen gibi…