“Her türlü insan iktidarına direnilebilir ve bu iktidar yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar ve çoğu zaman da bizim sanatımızda başlar, sözcüklerin sanatında...”

Ursula Le Guin: Kusurlu dünyanın tanrıçası

Birkaç gün önce ölüm haberini aldığımız Ursula Le Guin’in ardından yazmak zor oldu. Bunun en büyük sebebi, bu ölüme inanamıyor olmamdı. Bir edebiyat dâhisi olan bu harika kadın, benim neslimden gelenler için bir tür tanrıça sayılırdı.

Olympos eteklerinde salınarak yürüyen kaprisli güzellerden değil de, dağın daha kuytu bir köşesinde yaşayan erdemli ve bilge bir tanrıça elbette. Bütün büyük yazarlar gibi Le Guin de, dünyanın nasıl bir yer olduğunu çok iyi kavramakla kalmamış, nasıl bir yer olabileceğini de göstermişti bize. Bir çoğumuz içten içe onun ölümsüz olduğunu düşünüyorduk.

Evet, çok yaşlanmıştı. Hatta belki de gitmeye hazırdı. Ama tanrıçalar ölmezdi ki!

Ursula Le Guin ile 1990 yılında, Metis Yayınları Mülksüzler’i bastığında tanıştım. Sonra çok daha fazla sevdiğim romanları oldu, ama bu ilk kitabın üzerimde bıraktığı etkiyi hiç unutmadım. Anarres adlı anarşist ütopyada yaşananları konu alan bu unutulmaz romanı, bilim-kurgu seven bir arkadaşım bulup getirmişti. Mülksüzler’in konusu kadar kurgusu da etkileyiciydi. Roman birbirine taban tabana zıt iki dünya üzerine yerleştirilmişti: Anarres adlı gezegen kendilerine Odocular diyen bir grup anarşistin elindeyken, Urras ise kapitalist ve totaliter bir devletin idaresi altındaydı. Hikâye, Shevek adlı bir bilim adamının Anarres’ten Urras’a gidişiyle başlıyor ve bu iki dünyanın karşılaştırılmasıyla devam ediyordu.

Kitabı okuduktan sonra oturup konuşmaya başladığımızda, arkadaşımla aynı sahneye takıldığımızı fark edip şaşırmıştık. Anarres’te suçluluk duygusuna rastlanmadığı gibi (“hak etmek ve layık olmak fikirlerini aklınızdan çıkarırsanız, gerçekten düşünebilmeye başlarsınız” diyordu sistemin ideoloğu Odo), cezalandırma ve tecride de yer yoktu. Hapishane, zindan, hücre; bunların hiçbiri Anarresliler için hayal edilebilir şeyler değildi. Bizi etkileyen küçük ama önemli sahne de, bununla ilgiliydi.

Romanın ana karakteri Shevek, henüz küçük bir çocukken, ömrü boyunca unutamayacağı bir deneyim yaşar. Shevek ve arkadaşları, insanın özgürlüğünü kaybetmesinin nasıl bir şey olduğunu bir türlü kavrayamadıkları için bir oyun oynamaya karar verirler: Hep beraber bir hücre inşa eder ve aralarından birini seçip oraya kapatırlar. Ne olacağını anlamak için de, Shevek’i o hücrenin başına gardiyan olarak dikerler. Önceleri merakla nöbet tutan Shevek, daha sonra bu durumun kendisine “gizli bir güç” sağladığını hisseder. İçerideki üzerinde böyle bir güce sahip olması onun da elini kolunu bağlamaktadır. Üstelik gardiyanlık görevi nedeniyle kapının önünden ayrılamamaktadır. Sonunda bu durumdan o kadar rahatsız olur ki, bir noktada artık dayanamaz hale gelip hastalanır ve kusmaya başlar.

Bu küçük oyun, suçun ve dolayısıyla cezanın olmadığı bir dünyada özgürlük fikrinin ne anlama geleceğinin sorgulanması olarak okunabilir elbette. Ancak, bir yandan da Le Guin’in daha romanın başından karşımıza diktiği “duvar” imgesinin bir izdüşümüdür aslında.

Anarres’i evrenin geri kalanından ayıran duvardan bahsederken şöyle der Le Guin: “Bütün duvarlar gibi, iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” Gerçekten de romanda görürüz ki, Anarres’i kaplayan duvar, onu Urras gibi kapitalist sistemlerin yıkıcı etkilerinden koruyup özgürleştirdiği gibi, bir yandan da kendi içine kapatır ve yalnızlaştırır: Öteki taraftan baktığınızda, duvar Anarres’i tamamen kapatıyordu: Bütün gezegen onun içindeydi, büyük bir hapishane gibi, başka dünyalardan ve insanlardan yalıtılmış ve karantina altına alınmıştı.”

Le Guin’e göre duvarların en garip özelliği budur: Birini içeride tutmak için inşa edilmiş bir duvar, aynı zamanda dışarıdakileri de hapseder. Hapishane duvarları da işte böyledir. Birilerini cezalandırmak, onları göz önünden kaldırmak için inşa edilmiştir onlar da. Ama fark etmediğimiz şey şudur ki, birilerini içeriye kapattığımız anda, onun yalnızca izleyicisi değil gardiyanı haline de geliriz. Başkalarını hapsetmek için icat ettiğimiz duvar, onları fiziksel olarak tecrit ederken, bizi de zihinsel olarak birer mahkûm haline getirir. Hatta içeridekilerden daha beter hapiste hissederiz kendimizi, çünkü fiziksel duvarlar bir gün yıkılır ama zihinsel olanlardan kurtulmak o kadar da kolay değildir. İnşa ettiğimiz her duvarla, kendi korkularımızın ve zaaflarımızın esiri oluruz. Shevek’in romanın ilerleyen bölümlerinden birinde söylediği gibi, “İçeri kapatmak, dışarıda bırakmak, ikisi de aynı şeydir” aslında.

Belki de bu nedenle, Ursula Le Guin romanının alt başlığını “İkircikli bir Ütopya” olarak seçmiştir. Anarres’teki hayat “ikircikli”dir gerçekten, çünkü orada hiçbir şey güllük gülistanlık değildir. Zorluklarla dolu, eziyetli bir hayattır bu.

Anarresliler, hayallerindeki eşit ve özgür ülkeyi kurabilmek için refahtan ve aşırılıktan uzakta yaşamayı seçmişlerdir.

Oysa, adaletsizlik ve israfın hüküm sürdüğü Urras’ta, insanlar bolluk içinde yaşamakta, harika arabalara binmekte ve çok daha iyi beslenmektedir. Fakat bir başka “ikircikli” durum daha vardır: Anarres’i evrenin geri kalanından ayıran duvar, bu ütopyayı kendi gerçekliğine mahkum kılmakta, üzerinde durduğu özgürlük ilkesini sorgulanabilir hale getirmektedir. Romanın sonunda öğreneceğimiz gibi, bir Shevek’i Urras’a gitmeye sevk eden de budur zaten.

Kusurlu ve “ikircikli” ütopyasıyla, Le Guin içinde yaşadığımız çağın vebası sayılan ve bütün insan ilişkilerini etkisi altına alan kapitalizme karşı nasıl direnmemiz gerektiğinin ipuçlarını da verir bize. Çözüm, duvarlar yaratarak içeridekileri de dışarıdakileri de hapsetmekten geçmez. Daha sonra Karanlığın Sol Eli’nde yeniden yazacağı gibi, bir iktidara muhalefet etmek, onun yöntemlerini kullanmakla değil, onu etkisiz hale getirecek bir alternatif yaratmakla mümkündür. Bir şeye kendi araçlarıyla karşı koymak onu sürdürmektir çünkü. Asıl yapılması gereken bambaşka bir yol bulmaktır.

Öyle görünüyor ki, Le Guin bu yolu edebiyatta bulmuştur. 2014 senesinde Ulusal Kitap Vakfı’nın (National Book Foundation) verdiği Amerikan Edebiyatı’na Olağanüstü Katkı Madalyası’nı aldığında yaptığı kısa konuşma onun hayat boyu sadık kaldığı pozisyonu özetler niteliktedir:

“Kapitalizmde yaşıyoruz. Onun etkisinden kurtulmak imkansız görünüyor. Kralların kutsal yetkileri için de bir zamanlar böyle düşünülürdü. Her türlü insan iktidarına direnilebilir ve bu iktidar yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar ve çoğu zaman da bizim sanatımızda başlar, sözcüklerin sanatında...”
Kusurlu dünyamızın kusursuz tanrıçası Le Guin, ardında onlarca roman, öykü ve deneme bırakarak gitti. Giderken bile her zamanki gibi yücegönüllüydü: Direnişin ve aşkın ışığını üzerimizde bıraktı.