İlk milenyumun sonunda, yani 999 yılından 1000 yılına geçerken, Hıristiyan Avrupa’nın büyük kentlerinde kitlesel bir kıyamet histerisi yaşandı. Protestanlık henüz kurulmadığı için ‘rapture’ (kıyamet kopmadan önce iyi Hıristiyanların melekler tarafından göklerdeki cennete taşınması) inancı yoktu, ama kilise insanlara Yuhanna İncili’nde geçen dehşetli kıyamet tasvirlerini anlatarak Yedi Mühür’ün kırılacağı günün geldiğini söylüyordu. Bu yüzden Aralık 999’un son günleriyle Ocak 1000’in ilk günleri büyük bir korkuyla geçti.


Kıyamet kopmayınca kilise ortaya yeni tarihler koydu (1000 + İsa’nın Vaftizci Yahya tarafından takdis edildiği yıl, 1000 + İsa’nın çarmıha gerildiği yıl vd.) Bunların hiçbirinde kıyamet kopmayınca, sanki “İsa bize gelmiyorsa biz İsa’ya gideriz” dercesine, Papa 2. Urban’ın çağrısıyla 1096’da Kudüs’ü kâfirlerin elinden kurtaracak Haçlı ordusu yola düştü. Yeter ki siz kehaneti yayın, onu gerçekleştirmek isteyenler elbet çıkacaktır...

İkinci milenyumun başında, yani 2000’e girerken, kıyamet beklentisi epey dünyevi bir karakter taşıyordu. O dönem, inanmışları cennete götürmek için yörüngede uçan dairelerle bekleyen meleklere ulaşmak amacıyla toplu halde intihar eden tarikat mensupları da oldu, ama çoğunluk kıyametin 31.12.1999’dan 01.01.2000’e geçerken bilgisayarlarda yaşanacak bir sistem sıfırlanmasıyla yaşanacağına inanıyordu.

GERÇEKLİĞE SAHİP ÇIKMA

Bu seküler kıyamet beklentisinin yansıması olarak, özellikle sinemada ‘varoluşun sırrı’, gerçeklik ve hakikat gibi konuları tartışan kültürel ürünler çıktı. Yalanların gerçeklik potansiyeli ve gerçeğin kurmaca karakteriyle ilgili The Usual Suspects/Olağan Şüpheliler; 2000 sonrası dünyayı mahvedecek bir virüsün ‘90lardaki tarihçesini zaman paradokslarıyla sunan 12 Monkeys/12 Maymun; daha sağlıklı insanlar üretmek için ana rahmindeki bebeklerin genetik kodlarının değiştirilebildiği, temel insani hakikatlerinse ancak yalanlarla kurulabildiği bir dünyada geçen Gattaca; gelişmiş bir ırkın hakikat arayışında insanları denek olarak kullanmasını anlatan Dark City/Gizemli Şehir; bilgisayar yazılımları sayesinde en büyük evrensel sırların ortaya çıkabileceği konusunu işleyen π/Pi; insanların belkemiğindeki USB benzeri bir girişle bağlandığı organik bilgisayarlarla farklı gerçeklikler yaşayabildiği bir oyun dünyasını anlatan eXistenZ; gerçek olmayan bir olayı gerçekliğin (belgesel sinema ve haber kamerasının) görsel kodlarıyla gerçekmiş gibi sunabileceğimizi gösteren Blair Witch Project/Blair Cadısı; ve nihayet, aslında yaşadığımız hayatın bir simülasyon olduğunu, insanlığın bu simülasyondan sıyrılıp gerçekliğe sahip çıkma çabasını anlatan Matrix, bu ‘zamanın sonu’ döneminde ortaya çıktı.

Bir üst düzeyde bu anlatıların, 6 Ağustos 1945’ten sonra yeniden biçimlenmeye başlayan yeni bir dünyanın, ‘postmodern dünya’nın düşünsel kodlarıyla kurulmuş bir ‘modernizm eleştirisi’ olduğunu görüyoruz. Bizi getire getire soykırımlara, atom bombalarına, tüketim sayesinde sömürünün iyice görünmezleştiği yeni bir kapitalizme getiren modern aklı elbette sorgulamak gerek, ama bunu yaparken tarihi oluşturan temel çelişki ve çatışmaları yok saydığımızda, ortaya ‘kurucu’ da olabilecekken sadece ‘fantastik’ olmakla yetinen anlatılar çıkıyor.

2021’in bu son günlerinde gösterime giren Matrix: Resurrections’ı izleyince, daha önce defalarca değindiğim bu ‘fin de siècle’ meselesini bir kez daha gündeme getirme ihtiyacı hissettim. 20 yıl önceki üç filmlik Matrix serisi, tarihselci bakış eksikliğine rağmen yine de bir eleştirel güce sahipti. Bu son Matrix ise, hem biçim hem de içerik düzeyinde ortalama bir aksiyon filmi ve basit bir postmodern anlatı olmanın ötesine geçemiyor.

POSTMODERN UYGULAMALAR

Matrix: Resurrections’ı daha iyi tanımlayabilmek için elimizde iki temel kavram var: Metinlerarasılık (intertextuality) ve üst-anlatı.(metanarrative). Filmde bu unsurlara dair çok sayıda örnek verilebilir -ilk üç filmin bir bilgisayar oyunu/simülatif bir anlatı olarak sunulması, filmin yapımcısı Warner Bros.’la ilgili göndermeler vs.- ama özellikle iki örnek, filmin yapısındaki bu postmodern uygulamaları net biçimde gösteriyor:

1- Eski ve Yeni Ahit’ten esinler taşıyan ilk filmde gemi, adını Yahudileri ülkelerinden süren Babil hükümdarı Nabukadnezar’dan alıyordu. Bu filmdeki geminin adı ‘Mnemosyne’. ‘Mnemonic’ bellekle ilgili, ‘hatırlamaya yardımcı unsur’ anlamına gelen bir sözcük. Ama aynı zamanda Keanu Reeves’in sanal dünyaya dair oynadığı ünlü filmlerden birinin de adı: Johnny Mnemonic (1995). Daha ilginci, Johnny Mnemonic’in hikâyesi tam da 2021’de geçiyor. Böylece zamansal akış bir çembere, Matrix ise bu çemberin genelini kapsayan anlatıya dönüştürülüyor.

2- Chad Stahelski’yi Trinity/Tiffany’nin kocası Chad olarak izliyoruz. Yani ilk üç filmde Reeves’in dublörlüğünü yapan, sonra Reeves’i oynattığı John Wick serisini yöneterek alter-egoyla gerçek kimliği tuhaf bir düzlemde buluşturan Chad Stahelski bu filmde dublör olarak değil, adıyla sanıyla kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Dublör değil, ama yine Neo’nun olması gereken yerde, Trinity’nin yanında duruyor… Yine aynı dairesel zaman düşüncesi, yine aynı kapsayıcılık iddiası...

Matrix: Resurrections, yapısal kusurları nedeniyle üzerinde çok durulmayı hak eden bir film değil. Ama 20. yüzyılın sonundan 21’inci yüzyılın ilk çeyreğine uzanan ideolojik-estetik durumu ve postmodern aklın zayıflama sürecini daha iyi anlayabilmek için izlenmesinde fayda var.