Usta edebiyatçı Ferit Edgü: Yazar, ‘Evet’ diyerek onaylamaz ‘Hayır’ ile uyarıcı işlevini yapar
Abidin Dino, Nâzım’ın “Mutluluğun resmini yapabilir misin?” sorusuna Evet, dememişti. Hayır’ın resmini yapar mıydı, yapabilir miydi, nasıl bir şey yapardı, bunu kendisine sormalı
DİLEK YILMAZ - FUAT SEVİMAY
Korkuyorum adlı eseri SEL yayınları tarafından basılacak olan usta edebiyatçı Ferit Edgü, yeni kitabına ve son dönem yaşananlara dair görüşlerini açıkladı. Edgü, referanduma dair tavrını da bir kez daha açıklayarak “Hayır dedim, çünkü Hayır! demem gerekiyordu. Ben, Evet demem gerektiğinde de, çoğu kez Hayır diyenlerdenim. Çünkü bir aydının, bir yazarın konumu Hayır’ın içinde biçimlenir” dedi.
»“Benim için, Hakkâri’den öncesi ve sonrasından söz edilebilir,” dersiniz. Zerdüşt için de terk ettiği yurdunun ardından vardığı “dağ” bir imgedir ve dağ varoluşuna eklenir. Bu bağlamda Ferit Edgü’nün Doğu’sunu bir nevi doğum olarak niteleyebilir miyiz? Aynı şekilde Hakkâri’inin anlatıcısı olarak siz de Doğu’yu edebiyatımızda yeni bir anlamla var ettiniz.
Hakkâri’de Bir Mevsim’de yalnızlığa itilen, itildiği yalnızlıktan çıkmak için çaba gösteren, içine itildiği yalnızlığı halkıyla savaşarak/barışarak aşmaya çalışan, bunu yaparken de hem halkına çaresizliği yenmenin yollarını öğreten ve hem de halkından hayatta kalma sanatını öğrenen diri ama çelimsiz, iddialı ama deneyimsiz aydınımız geliyor akla.Doğunun o günkü çaresizliğinin bugün coğrafyaya, dahası karanlığa sürüklenmeye çalışılan ülkeye yayılması çabası karşısında günümüz aydınının tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün yaşadıklarımız, biz aydınlara, halkımızı hiç tanımadığımızı gösterdi. Halkla hiçbir zaman derin ilişkiler kurmadığımızı... Ülkenin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde, ortasında yaşayan insanların yaşama biçimleriyle, inançlarıyla birbirlerine pek az benzediklerini, kentlere göçün bu benzemezliği uzun yıllara karşın yok etmediğini göremedik, önemsemedik, gelecekle ilgili kurgularımız, bilgiden değil, hiçbir gerçek tabana oturmayan kuramsal soyut bilgiler üzerinde oluşturuldu. İşte, şimdi, bugünkü kör noktadayız. Türk aydını halkıyla aynı dili konuşmuyor. Halkın hangi dilde konuştuğunu ise, itiraf edeyim, ben bilmiyorum.
»Okur sizin için kimdir? Yazma ve okuma niyetlerinin ayrılığı yazarla okur arasındaki ilişkiyi etkiler mi, okurun yapıtta kendini arama eğilimini nasıl değerlendirirsiniz?
Birinci sorunuza verdiğim yanıttan sonra ne diyebilirim? Elim kolum bağlı. Yazdıklarımla bir avuç insana sesleniyorum. Onlara mutlu yarınlar vaaT etmiyorum. Bu, onları da, kendimi de aldatmak olur. Çünkü mutlu yarınlar yoktur. Yalnızca acılar, ölümler, kıyımlar vardır. Böylesi bir toplumda yazarın elinden ne gelir? Okuyucuyu aldatmadan, kendine güç vermeye çalışırken (yazmak biraz da budur) ona da güç vermek. İyi de hangi gücü? Ortak dilimizi yitirdik. Sözcüklerin gücü, aynı dili konuşmayan, onlara aynı anlamı vermeyen insanlar arasında geçerli olabilir mi?
»Bir denemenizde, eli yorgun olmasa da yazmayan, yazdıklarına kimse iyi/kötü demese de yazmayan, bahçenin otlarını biçmekten vazgeçen, radyo dinlemekten vazgeçen, bu kadarı da fazla deyip başkaldırmayan birisi vardır ama sonunda sırf bu satırların yazarına/kendisine inat yazmaya soyunur ve o esnada bahçedeki ağaçtan bir hurma düşer. Türk edebiyatını ve yazarını, bıçağın kemiğe dayandığı içinde bulunduğumuz dönemde, andığımız denemenizdeki yazarın hangi hâline benzetebiliriz?
Bu denemeyi ben mi yazmışım? Hiç anımsamıyorum.
Başka yazarlar için konuşamam. Eğer, söz konusu denemeyi ben yazmışsam, o “kendine inat yazmaya soyunan” kişi ben olmalıyım. Dün de öyleydi, bugün de öyle. Ama itiraf edeyim ki bugün durum biraz farklı. Çünkü Türk yazarı (gerçek yazarlardan söz ediyorum, media’nın yarattıklarından değil) için bıçağın kemiğe dayandığı dönemler aralıksız süregelmiştir. Bu süreklilikte, ne yazık ki halkını yanında bulamamıştır. Bu ne büyük yalnızlıktır! Türk yazarının, aydınının umutsuzluğunun gerçek kaynağı budur.
»Bugün yaşadıklarımız, bizleri bu gerçekle yüzyüze getirecek midir? Bunu aşmayı başarabilecek miyiz?
Umarım. Çünkü bu başarılamadığında hiçbir şeyi başaramayız. İşte denemedeki yazarın bugünkü hâli.
»Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemine dair tavrınızı “Milyon kere Hayır” diyerek gösterdiniz. Onların adına da Hayır dediğiniz Abidin Dino’nun, Orhan Veli’nin, Melih Cevdet’in, Oktay Rifat’ın, Orhan Kemal’in, Sencer Divitçioğlu’nun, Vedat Günyol’un, Turgut Uyar’ın, Tomris Uyar’ın, Orhan Duru’nun, Onat Kutlar’ın isimlerinin bu milyon içinde ilk anılanlar olması, bu isimleri sizin Hayır’ınızda yan yana getiren hangi özelliğidir?
Hayır dedim, çünkü Hayır demem gerekiyordu. Ben, Evet demem gerektiğinde de, çoğu kez Hayır diyenlerdenim. Çünkü bir aydının, bir yazarın konumu Hayır’ın içinde biçimlenir. Yazar, Evet deyip onaylamaz, Hayır deyip uyarıcı işlevini yerine getirir. Hangi ülkede olursa olsun, hangi iktidar döneminde olursa olsun, hangi rejimde olursa olsun, aydının, yazarın işlevi muhalif olmaktır. Bu, yazarın, aydının aynı zamanda kalemini çıkarı için kullanmaması demektir. İktidara yakın olan, onaylayıcı yazar, aydın, ister istemez iktidarın nimetlerinden yararlanır. Bu dünyanın herbir yerinde böyledir.
Dolayısıyla benim Hayır’ım, yalnız bu referandumun Hayır’ı değildir; altmış yıllık yazarlık yaşamımın, her dönemdeki Hayır’ıdır.
O küçük metni yazarken, bugün aramızda olmayan dostlarımı düşledim. Her biri “Benim için de yaz! Benim için de…” diyordu. (Edebiyat yapmıyorum, gerçekten duyuyordum onların seslerini.) Bu küçük mesaj yayımlandıktan birkaç saat sonra telefonum çaldı. Karşımdaki, genç mi, yaşlı mı olduğunu bilemeyeceğim, (zaten bunun önemi de yok) bir hanım, ölmüş dostlarım adına nasıl Hayır! diyebildiğimi sordu. Şöyle yanıtladım: Öldüler diye hiç konuşmayacaklar mı?
»Abidin Dino, bunun resmini nasıl yapardı?
Nâzım’ın “Mutluluğun resmini yapabilir misin?” sorusuna Evet, dememişti. Hayır’ın resmini yapar mıydı, yapabilir miydi, nasıl bir şey yapardı, bunu kendisine sormak gerek. Biliyorsunuz, Rumelihisarı’nda Aşiyan’da yatıyor, sevgili dostu Orhan Veli’nin az uzağında.
»“Öylesine bir yalan düzen içinde yaşıyoruz ki doğrular bile kısa sürede yalana dönüşüyor” dersiniz. Bir söyleşinizde de “Yalan, Bayan Cahil’in öz oğludur” diyorsunuz. Cehalet yalanı doğurduğu için dişi, yalan sirayet ettiği bütün alanlarda iktidarlarla özdeş olduğu için mi erkek işi görülmeli? Bugün Cumhuriyet tarihinde görülmemiş akademik kıyımı ve bir iktidar politikası haline gelen cahilliğe övgüyü bu bağlamda nasıl değerlendirirsiniz?
İki yıl önce Cahil başlığıyla birkaç yüz aforizmamı yayımladım. Yalan ve cahillik öylesine konular ki yaz yaz bitmiyor. Cahil’in yeni baskısında 200 yeni aforizma daha yer alacak. Yalan üzerine yazdığım aforizmalar ise 300’ü geçti. Bir aforizmamda dediğim gibi, yalan cahili, cahil yalanı yaratıyor. Birbirlerinin öz çocuğu. Bizler, şu sıralar, İslâmiyetin, bilmiyorum kaçıncı Cahiliye Devri’ni yaşıyoruz. Öğrenmeye karşı bir direnç… Başta Türkiye, tüm İslam toplumlarını sarmış. Türkiye’yi başta saymamın nedeni şu: Çünkü biz, yalnız yeni bilgiler edinmiyor değiliz. Öğrendiklerimizi de kusuyoruz. Bu aklın duraklaması gibi bir şey.
»Toplu öykülerinizin yer aldığı Leş’te, Do Sesi’nin Kayıp öyküsünde yazarın; sahibini bakkala, fırıncıya, muhtara sorup karakola sormadan kayıp damgasını vurduğu zarfın hikâyesini bugün yazsanız gene muhtara sorar mısınız? Mahallenin bütün unsurlarının ihbarcılık çağrısıyla ağır ağır karakola yaklaştırılmasının etkilerini yazar olarak gündelik hayatta gözlemliyor musunuz?
Bugün bir muhtara bir şey sormak mı? Tanrı göstermesin. Muhtara sormayacağım gibi tanımadığım hiç kimseye sormam. O, “sayın muhbir” yurttaşlarımızı çok yakından tanıyorum. Bir şey sorasınız diye bekliyorlar, çünkü zavallıların, size bir suç yakıştıracak kadar bile yaratıcılıkları yok.
Yeri burası mıdır bilmiyorum ama, illâ da söylemek istediğim bir şey var: Ben yavaş yavaş Evrim Kuramı’ndan uzaklaşıyorum, inancımı yitiriyorum. Yüz binlerce yıllık bir evrim sürecinden geçmiş bir canlı, bugün aralarında yaşadığımız topluluğu oluşturan bireyler olamaz, diyorum.
Bunları, Tanrı’nın çamurdan yaratmış olması bana daha doğru, daha inandırıcı geliyor.
»Elinize kalemi aldığınız 1950’lerde Türkiye’ye ilişkin savunduklarınızı, düşünce özgürlüğü, inançlarınız doğrultusunda politika yapmak, sosyal bir devlet, ulusal çıkarları kollayan, onurlu bir dış politika, fırsat eşitliği, kısacası sosyal demokrasi olarak sıralıyorsunuz. Altmış yılda ülkeye ilişkin beklentileriniz değişti mi, yalanın bugünün Türkiye’sinde hâlâ gerçekten daha inandırıcı olabilmesini neye bağlıyorsunuz?
Az önce söyledim: İnsanımızı tanımıyorduk. Kitaplardan öğrendiklerimiz üzerine, (her yerde olduğu gibi) bir gelecek, bir kurtuluş düşlemiştik. Daha önce de, birçok kez yazdım, adına 1950 Kuşağı denilen benim kuşağım, politik bir kuşaktı. Çok erken yaşlarda (16-17) düşünmeye, yazmaya ve politikayla ilgilenmeye başladık. Gençlik yıllarında politik görüşlerimizde pek farklılıklar yoktu. Bu da normal, çünkü büyük fotoğrafı görüyorduk. Okudukça, yaşadıkça, dünyada olup bitenleri izledikçe, küçük farklılıklar kendini gösterdi. Ama sanırım, bunlar köklü farklılıklar değildi.
Ben, Cezayir Savaşı’nın en ateşli günlerini Paris’te yaşadım. Soldaki aydınların bu Bağımsızlık Savaşı’na nasıl baktıklarını, kendilerini nasıl konumlandırdıklarını gördüm. Kendi ülkelerinin değil, bağımsızlıklarını isteyen Cezayirlilerin yanında nasıl yer aldıklarını gördüm. Hem Fransızlardan, hem Cezayirlilerden dostlarım vardı. Politik düşüncenin nasıl oluştuğunu, aydın sorumluluğunun, etiğinin, tutarlılığının somut örmeklerini, siyasi partilerin, sendikaların tutumlarını, günlük yaşamın içinde yaşadım. Bunların tümü iyi bir sınav vermediler, bunu da gördüm. Sizin anlayacağınız Türkiye’de görmediğim ve göremeyeceğim her şeyi değilse de yakınını Paris’te gördüm, yaşadım.
Askerlik sonrası Türkiye’ye “kesin dönüş” yaptığımda ilk işim, kuzenimi alıp (ya da o beni yanına aldı) Paşabahçe’de, İskele Meydanı’ndaki Halit’in kahvesine gidip TİP’e üye kaydımızı yaptırmak oldu. Ama bu ayrı bir konu.
Sorunuzun yanıtını büyük bir açıklıkla veriyorum: Bu ülkenin yalnız siyasal değil, her alanında hükmünü sürdüren tek bir doğru vardır: Yalan.
Halkımız yalanı seviyor.
»Hem memlekete ve hem de dünyaya korkunun salındığı, gözdağı dolu yıllar yaşıyoruz. Bu korku imparatorluğunda herkesin sesi daha kısık çıkıyor artık ve herkes sağını solunu kollama ihtiyacı hissediyor. Edebiyatın ve edebiyatçının sesinin de kısıldığını varsayabilir miyiz? Bu bağlamda günümüz edebiyatçısı, son eseriniz Korkuyorum’daki baba mıdır daha çok, yoksa çocuk mu?
Korkuyorum başlıklı metni ben yazmadım. Onu bana yazdırdılar. Öylesi metinler vardır ki, yazar bir buyruğa uyar gibi, bir aracı gibi yazar. Korkuyorum, böyle bir metindir.
109 kişinin öldüğü, 500 kişinin yaralandığı o büyük Ankara kıyımının olduğu gün (10 Ekim 2015) bilincimi yitirmiş gibiydim. Kime bağırıp çağıracaktım? Geceyarısı yattım, tabii uyku tutmuyordu. Bir ara, davullu, zurnalı, yeri göğü inleten şarkılarla, türkülerle kendime geldim. Dalıp gittim de, bir düş, bir karabasan mı görüyorum, dedim. Kalktım, pencereyi açtım, Boğaziçi’ndeki o gezi teknelerinden biri, ışıklar içinde, eğlenen, göbek atan insanlarla doluydu.
Hayır, düş görmüyordum. Gecenin içindeki bu “insan” topluluğu sanki bir şeyi kutluyordu. Balkona çıkıp avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Ama duyan olmadı.
O geceyi nasıl geçirdim anımsamıyorum.
Sabah uyandığımda, evet, dediğiniz gibi sesim kısık çıkıyordu.
Ulus olarak geleceğimize inancımızı yitirmiştim. Korkuyordum. Tüm insanlarla birlikte. Her şeyden korkuyordum.
Bu korkumu, bir müzik yapıtı, bir füg gibi kaleme aldım. Ama Eluard’ın, Nazi işgali sırasında yazdığı şiirlerden birinin, ünlü dizesini “Gece tümüyle kapkaranlık değildir” anmadan anmak için, metnin sonunda, oğluma, “Korkma babacığım, ben varım” dedirttim.
Umarım ki bu, ülkemin kulağıma fısıldadığı son söylemdir.