Usta yazar Ahmet Ümit, yeni kitabıyla ilgili ilk röportajını BirGün’e verdi. Ümit, “Benim romanlarımın birçok amacı var ama en çok insan hakikatini ortaya koymak. İnsanın iyi veya kötü olmadığını anlatmak” diyor.

Usta yazar Ahmet Ümit yeni kitabıyla ilgili ilk kez BirGün'e konuştu: Amacım yazarak  insanlığı anlatmak

Mustafa KÖMÜŞ

Usta yazar Ahmet Ümit’in yeni kitabı ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ bugün okurla buluşuyor. Ümit, Pergamon antik kenti ve Berlin’i anlattığı bu romanında birçok konuya değiniyor. Kitapta Başkomiser Yıldız Karasu ve Ölmez ailesi üzerinden Almanya’da yaşayan göçmen ailelerin sorunlarını, yaşadığı ıkçılığı da görüyoruz, Neonazilerin yükselişini de. Ayrıca Zeus’un ağzından mitolojik öyküleri de okuyoruz. Kitap, ilginç bir şekilde soyismi ‘Ölmez’ olan Cemal’in öldürülmesiyle başlıyor. Her cinayette Yunan mitolojisine bir gönderme yapılıyor. Ahmet Ümit ile ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni ve anlattığı konuları konuştuk.

İlk olarak kitaptaki başkarakterden başlamak istiyorum. Başkomiser Yıldız Karasu’dan… Türkiyeli politik göçmen bir ailenin kızı ama sürekli kendisinden “Alman vatandaşıyım” diye bahsediyor. Bunu özellikle mi tercih ettiniz?

Ben kitabı yazarken Berlin’e gittim, orada yaşadım. Orada Türkiyeli insanlarla oturup kalktım. Epeydir de giderim Berlin’e. İlk gittiğim zaman oldukça şaşırmıştım. Bir kütüphanede Türkiyeli, Deniz isminde genç bir arkadaş çalışıyordu. “Ben Almanım. Babam ve annem Türkiyeli ama ben Alman’ım. O ailede doğduğum için Türkiye kültürüyle yakından ilgiliyim ama ben Alman’ım” dedi bana. Artık ilk göçün 60’ıncı yılı. O çocuklar orada doğdular ve kendilerini Alman olarak görüyorlar. Amerika’daki Afrika kökenli siyahlar gibi. Özellikle buy karakteri seçtim. Çünkü romanın merkezinde Berlin var. Berlin’i anlatırken de bir aileden bahsediyoruz. Ölmez ailesinin romanı bu aslında. Bunlar Pergamon kazılarında yıllarca çalışmışlar. Sonra Almanya’ya göç etmişler. O nedenle Almanya’daki göçmen işçi meselesini anlatmak ve yükselen ırkçılığı anlatmak için böyle bir karakter şart olmuştu.

Ölmez ailesinden bahsettiniz. Bir de Yıldız Karasu var. Bunlar Türkiye kökenli ama bir taraf Almanya’yla entegre olabilmiş, diğer taraf hâlâ bazı sıkıntılar yaşıyor. Kitabı yazma sürecinizde bunu nasıl gözlemlediniz?

Almanya’ya giden ilk Türkiye kökenliler dönmek için gitti. Gittiklerinde biraz para kazanıp dönmeyi düşünüyorlardı. Almanya hükümeti de böyle düşünüyordu. Ama dönmediler. Alman hükümeti buna hazırlıksız yakalandı. Türkiye hükümetinin ise hiç umurunda değildi. Bu insanların çoğu da kırsal kesimden insanlardı. Dolayısıyla oraya gidince Alman toplmuyla uyum sağlamak bir yana iyice kapandılar. Bu birinci kuşak. İkinci kuşak biraz daha uyum sağladı. Fakat üçüncü kuşak artık oralı oldu. Eğitimlerini aldılar, orada iş kurdular. Fakat hâlâ kendilerini Alman hissetmekte sorun var. Yıldız için de sorun var. Yıldız da o ırkçılığın, dışlanmışlığın içinde yaşıyor, Ölmez ailesi de. Her zaman ikinci sınıf vatandaş olma durumunu hissediyorlar. Özellikle Yıldız, bunun kavgasını veriyor kendi içinde.

Türkiye’de de dünyada da başkomiser veya dedektifin kadın olmasına çok sık rastlamıyoruz. Son dönemde artmış olsa da… Bir erkek olarak bu kadar güçlü bir kadın karakteri yazarken zorlandınız mı?

Aslında çok zorlanmadım. Çok fazla güçlü kadın tanıyorum ben. Özellikle Yıldız Karasu’yu yazdım ben. Hem kadın olsun hem de Türkiyeli olsun istedim. Polis teşkilatı Türkiye’de de dünyada da erkek bir teşkilattır. Bu topluluğun içinde kadın olarak var olan bir karakter olsun istedim. Bir de çelişki yarattım. Yıldız’ın babası ve annesi politik göçmen. Tarihsel TKP’nin üyesi ikisi de. Ben de o teşkilattandım. Solcu bir anne babanın kızı. Biraz da tepki olarak polis oluyor. Ama babasıyla daha sonra çok doğru ilişkiler kuruyor. Ben de benzer şeyler yaşadım. Kızım Gül 12 Eylül koşullarında doğdu. Bu aileye doğdu için de illegal evler büyüdü. Bu yapının içerisinde mücadele etmek zorunda kaldı. Yıldız Karasu’yu yazarken de Gül’ü model olarak aldım. Onun Almanya’da ortaya çıkmış hali oldu aslında Yıldız karakteri. Yaman’la Yıldız’ın ilişkisi benim kızımla ilişkilerim gibidir.

usta-yazar-ahmet-umit-yeni-kitabiyla-ilgili-ilk-kez-birgun-e-konustu-amacim-yazarak-insanligi-anlatmak-887759-1.

Kitabın daha önceki kitaplarınızdan Patasana’yla çok benzer yönleri var. Yeni bir kitaba başlarken diğer kitaplarınıza bakıp etkileniyor musunuz?

Elbette etkileniyorum. Bu, benim on dördüncü romanım artık. Bu kitabın evet, Patasana’yla bir bağlantısı var. Dönüp Patasana metinlerini okudum. Bu kitabın metinlerinin daha farklı olmasını istedim çünkü. Patasana’dan farkı şu: Oradaki metinler günümüzdeki cinayet probleminden bağımsızdı. Burada ise okurlarımız okudukça görecekler, Zeus’un ağzından yazılan metin doğrudan cinayetle bağlantılı. Polisiye diliyle söyleyelim, muammanın içerisinde o metinler. Bir de Patasana’dan farklı olarak burada yabancı bir kenti anlattım. Kar Kokusu’nda aslında biraz Moskova’yı anlattım ama biz illegal yaşadığımız için kentin dışında bir köyde yaşıyorduk. Dolayısıyla Moskova’yı çok anlatmamıştım. Ama bu roman Pergamon kadar Berlin’i de anlatıyor. Berlin’in sokaklarında geziyorsunuz, tarihini görüyorsunuz, Rosa Luxemburg’lara selam var, İkinci Dünya Savaşı, Naziler… Bütün o süreci görüyorsunuz. Böyle bir farkı var Patasana’dan. Ayrıca Zeus’un dili de farklı bir dil. O dili kullanmak için oturup tekrar Homeros’un İlyada’sını Odysseia’sını; Hesiodos’un Theogonia’sını okudum. Bu metinler Yunan mitolojisinin temelidir. Ben onları okudum ve o dili bulmaya çalıştım.

Zeus kitapta bize insanın kötü bir varlık olduğunu anlatıyor. Siz eserlerinizde insanın doğasının iyi olmadığını vurguluyorsunuz. Bu kitapta biraz daha öne çıkmış gibi…

İnsan kötüdür diyemeyiz. Ama insan zor koşullarda ayakta çalışıyor. Günümüzdeki sanayi toplumu, kapitalizm vahşi bir toplum ortaya çıkardı. Güçlülerin ayakta kaldığı, güçsüzlerin yok olduğu bir sistem yarattı. Bunun karşısında başından beri, Spartaküs, Fransız İhtilali, Paris Komünü, Ekim Devrimi, 68 hareketleri gibi duranlar hep oldu. Yani insanlar hep adaletsiz düzenlere karşı, acımasız düzene karşı bir arayış içerisindeydi. Toplumsal adalet, özgürlük, bağımsızlık, insan onurunun korunacağı sistemler yaratmak için arayış içine girdiler. Fakat şu ana kadar her defasında istenilen o toplum yaratılamadı. Ama bir anlamda da yaratıldı. Bugüne kadar verilen bütün mücadeleler bize insanlaşma yolunda kazanımlar sağladı. Günde 8 saat çalışma, çocukların çalıştırılmaması, ırkçılık var olsa bile lanetlenmesi, diktatör var olsa bile onaylanmıyor, diktatör bile ben diktatörüm diyemiyor. Bu mücadeleler sağladı bunları. Ben ‘insan kötüdür’den çok ‘insan iyi değildir’ diyorum. İyi eğitilirsek, iyi koşullarda yaşayabilirsek iyi olabiliriz. Burada kültürün önemi açığa çıkıyor. Demokratik, doğaya saygılı, öteki canlılara, insana saygılı bir kültür yaratmamız lazım. Bu kültür sadece politik değil. Politika bazen anahtar olabiliyor ama uzun vadeli dönüşümde asıl mesele kültürel dönüşümdür. Bu kültürel dönüşümü artık yaşamın amentüsü yapmamız lazım. Yani insan hakları, doğa hakları, kadın hakları, eşcinsel hakları bizim konuşmamız gereken konular olmamalı. Asıl politik dönüşüm böyle gerçekleşecektir. Burada yazara düşen görev nedir? Yazarın yapacağı tabii ki bir sol partinin propaganda metni olmayacak ama edebiyatla bunu yapabilir. Benim romanlarımın birçok amacı var ama en çok insan hakikatini ortaya koymak. İnsanın iyi veya kötü olmadığını anlatmak. Vahşi kapitalizmde böyle bir şey yok. Avrupa’dan örnek vereceksek bizi Merkel savunmaz, ilerici güçler savunur. Ancak o ilerici güçler savunur bizi. O zaman da yazarların fikirleri çok önem taşır.

Kitaplarınız ciddi psikolojik ögeler içeriyor. Kitapta kendini mitolojik karakterle bütünleştiren bir aile var. Bunun için özel bir çaba harcıyor musunuz, yardım alıyor musunuz?

Tabii ki psikolog arkadaşlarıma soruyorum. İşte bu kitaptaki hikâyede grandiyöz megalomani görüyoruz. Ama esas olarak derinlemesine bunun üzerine çok çalışmıyorum. Kendi karakterlerim üzerine çalışıyorum. Bence roman biraz da bu demek. Romanı öteki edebi türlerden ayıran şey de budur. Örneğin Dostoyevski’nin politik görüşlerine asla katılmam ama insanı anlatmada oldukça iyidir. İnsan ruhunun en aşağılık tarafını da en yüce tarafını da en güzel şekilde verir. Roman da tam olarak budur. Bunu ilk Cervantes Don Kişot’la yaptı. İpucu vermeyelim bizim katilimiz de Don Kişot’un yaptığı gibi yapıyor. Kendi topluma kapatıyor ve buna reaksiyon veriyor. Aynısı Zeus’ta da var.

usta-yazar-ahmet-umit-yeni-kitabiyla-ilgili-ilk-kez-birgun-e-konustu-amacim-yazarak-insanligi-anlatmak-887760-1.

Kitapta Neonazilerin yükselişini de anlatıyorsunuz. Ne düşünüyorsunuz?

Sadece Almanya’da değil Türkiye’de de dünya genelinde de böyle bir çağ yaşıyoruz. Irkçılığın ve fundamentalist dinciliğin yükseldiğini görüyoruz. Almanya Merkel iktidarı ırkçılığa karşı ama orduda ve polis teşkilatında ırkçı yapılar ve ırkçılar NSU gibi gizli örgütlerde de değiller. Artık onların partileri var. O partilerde örgütleniyorlar ve oy alıyorlar. Duvar yıkılıp Doğu’daki fabrikalar kapatılınca burada ortaya çıkan işsizlik bunun başlıca nedenlerinden. İşsiz kalan Almanlar bunun sebebi olarak Türkleri ve diğer yabancı işçileri gördüler. 40 küsur yıllık sosyalizm deneyiminden sonra ırkçılık türedi oralarda. Bu işsizlik ırkçılık ideolojisine temel sağladı. Ama bunun karşısında yükselen de bir Yeşiller var, onu da görüyoruz. Bu bir dönem ama insanlık bunu da atlatacaktır.

Siz daha önce de bu toprakların tarihine ilişkin eserler verdiniz. Bergama’nın mitolojik tarihini yazmayı neden istediniz?

2007 yılında Leipzig’de kitap fuarına gitmiştim. Giderken Berlin’deki Bergama Müzesi’ne de uğramıştım. Girdim ve PergamonAltarı’nı gördüm. Çok etkilendim, o gün ‘buranın kitabını yazmak lazım’ diye düşündüm. 2011 yılında psikologlar beni konuşma yapmam için Bergama’ya davet etti. Orada Bergama’yı ilk kez gördüm ve çok etkilendim. Muhteşem bir antik şehir. O zamandan beri okudukça daha da etkiledi beni. Tarihini öğrendim. Pergamon’un önemi şu, Helenistik dönemde başkent. Bir kere Zeus Altarı benzersiz. Başka hiçbir tapınakta böylesi yok. İkincisi kütüphane. Mısırlılarla aralarında problem çıkınca Pergamonlular parşömeni buluyor. Parşömen sayesinde kitabın ilk hali ortaya çıkıyor. Sonra Roma kenti oluyor. Olağanüstü bir antik şehir. Gözümüz gibi bakmamız gereken bir şehir ama biz yapmıyoruz. Almanlar geliyor orada yol çalışması yaparken Zeus Altarı’nı götürüyor hem de izin alarak. İkinci Abdulhamid’in imzasıyla gidiyor bunlar. Hala da değişmedi. Türkiye’deki tarih anlayışı 1071’den başlatılıyor. Böyle saçmalık olur mu? Hititler, İskender, Roma, Selçuklu, Osmanlı… Bu senin kültürün, buna nasıl sahip çıkılmaz.

Kitapta sizin en çok yazdığınız karakteriniz Başkomser Nevzat da var. Nevzat’a ilişkin yakında bir roman gelecek mi?

Tabii Türkiye’ye uzanan bir cinayet olunca olay doğal olarak Nevzat’a da geliyor. Şu an elimde sevmeyi bilmeyen erkekleri yazdığım bir masal kitabı var. Ondan sonra da bir Nevzat kitabı gelecek. Bu kitapta Nevzat, kızının ve karısının katillerinin peşine düşecek ve bulacak.

***

Yenilmiş ama soylu insanlar

Yıldız Karasu’nun babası Yaman’dan ve 12 Eylül döneminden bahsettiniz. Siz de o kuşaktansınız. O döneme ilişkin bir planınız var mı?

Nevzat romanından sonra bizi yazacağım, 78 kuşağını yazacağım. Biz 68 kuşağından daha farklıyız. Onlardan çok daha fazla acılar çektik. 68 kuşağı daha okumuş bir kuşaktı. Bize göre daha iyi koşulları vardı. Hiçbir şekilde küçümsemek için söylemiyorum. Onlar olmasa biz de olmazdık. Ama 12 Mart dönemiyle 12 Eylül arası ve sonrasında öldürülen devrimciler, yapılan işkenceler çok daha ağırdır. Biz o kuşağın insanlarıyız. Onun bir ayağı Türkiye’de kalan devrimcilerdir, bir ayağı da yurtdışına gitmek zorunda kalanlardır. Onları gördüm ben. Nâzım Hikmet’in Moskova’da daha iyi koşullarda olmasına rağmen yaşadığı yurt özlemini İsveç’e Yunanistan’a Almanya’ya, Hollanda’ya gittiğimde o insanların gözlerinde gördüm. Hayal kırıklığını, gerçekleşmemiş umudun yarattığı yıkımı gördüm. Ama o insanlar hala bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ya bir derneğe girmişler, ya ilerici bir partinin içindeler. Yaman da dediğim gibi kendi kızına yardımcı olarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Onlar yenilmiş ama onurlu ve soylu insanlar bence.

***

Mitolojik öykülerin temelini anlattım

Biraz kitapta geçen mitolojik hikâyelerden bahsedebilir miyiz?

Bu romanda mitolojik öykünün temeli anlatılıyor. PergamonAltarı’nın duvardaki kabartmalar bunu anlatıyor. Tanrılarla devlerin savaşını anlatıyor. Bu bir kırılma noktasıdır. Anatanrıçadan kopuşu, diğer bir deyişle anaerkil yapıdan ataerkil yapıya geçişi anlatıyor. AnatanrıçaGaia herkesi yaratandır. Zeus kadın dönemi bitti, ataerkil dönem başladı diyor. Devleri yenmesinin anlamı aslında Gaia’yı, kadınları yenmesidir. Böylece tarihsel gelişim içinde anaerkil yapının yıkıldığını ve ataerkil yapının kurulduğunu görüyoruz.