Yazının sonuna geldiğimde, sözcüğün üstad değil üstat biçiminde yazıldığını öğrendim, fakat değiştirmedim, benzer bir durum da yıllar önce dedektif yazımında olmuştu, detektif yazılmalıymış. Sonra vazgeçildi sanırım.

Üstad-ı Azam

Ben de ‘usted’i Emeviler döneminde Arapçadan İspanyolcaya geçen pek çok kelimeden biri sanıyordum. Kimi kelimeler gibi ‘üstad’ın da yuvarlanarak gittiği dilde hafif değişime uğrayıp bozularak ‘üsted’ halini alması da çok uygun gözükmüştü bana. Dilde, uyumda, benzerlikte ve anlamda da cuk oturmuş bile sayılabilirdi. Hala öyle sayıyorum.

Uzun hikaye deyip geçiştirecek gibi yapılır ama yine de anlatılır. Ben de uzun hikaye deyip anlatıyorum öyleyse. Öyle değilmiş, üstaddan usted olmamış. 16. yy’dan gelme bir saygı ifadesi olan ‘vuestra merced’miş aslı, artık ne kadar yuvarlandıysa ‘usted’ olmuş. Türkçedeki ikinci şahıs olan ‘siz’ değil, üçüncü şahıs gibi değerlendiriliyor. Abartılı, aristokratik bir kullanımı var: Zat-ı alileri, ekselansları, hazretleri gibi.

Tamam, ‘usted’ üstaddan gelmiyor ama doğrusu hem ses hem de anlam bakımından hayli benziyorlar. Onlar benzeye dursun, biz de şöyle düşünelim: Üstad olsun ‘usted’ olsun, ikisinde de modası geçmiş, ‘arkaik’ bir eda yok mu? Birine üstad diyen bunu candan söylese bile, üstad denilen zat hafiften de olsa ‘kıllanmıyor mu?’

Öyle bir durum var, bir de tavlada yenilmeye doyamayanlara sanırım ‘üstad’ diyorlar, ‘öğren de gel!’ yerine! Tavla oynamadığım için bilmiyorum iyi mi kötü mü? Çok yakın arkadaşların, bu edebi arkadaşlık da olabilir, iş arkadaşlığı da, üstad demelerinde bir yakınlık, sadelik bulurum, galiba bunu birbirlerine hep yumuşacık söyleyen insanlar tanıdığımdan, beni rahatsız etmeyen iki üstad kullanımından biri bu, diğeri hangisi mi? Üstad Nusrat Fateh Ali Khan örneğin. ‘Kavvali’ söyleyen bu Pencaplı şarkıcının ‘Hak Ali Ali’ şarkısını dinledikten sonra, ‘herhalde üstad olmak böyle bir şey’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Masonlarda kullanılıyor bir mevki, makam olarak. Üstad-ı Azam, Büyük Usta yerine. Evrenin büyük mimarı, üstadların üstadı, evren ustası, üstadı. Kullanılsın o kendi aralarındaki bir mesele, yani Tanrıyla evren arasında! Araya girmek olmaz da, ikisinin de bu sıfatlardan pek hoşlandığını sanmam! Tabiat ana, toprak ana demek dururken ne öyle üstadlar azamlar!

Ama işte hoşlananlar da var! Şişede durduğu gibi durmuyor! En bilineni Şair-i Azam, Abdülhak Hamid Tarhan. Hiç merak etmemişim, kim verdi bu unvanı diye? Herhalde kendiliğinden almamıştır! Gerçi Abdülhak Hamid’in de şimdilerde tu kaka olan pek ‘monşer’ bir hali yok mu? Belki o da yakıştırmıştır kendisine bunu. “Sultan-ı şuara” da var, şairler sultanı anlamına gelen.

Eski Türkiye’de insanın mecnun halini sürdürenlerle divane gezenler de alırdı üstaddan payını, ‘üstada bir çay benden’ derdi kahvede biri, şimdinin askıda çayı, tavlanın yanında, kâğıt oyunları oynanan masalarda şekerler, lokumlar olurdu, onların bir bölümü de üstad payı olurdu. ‘Üstad bizden’ deyince de, bu ‘ona dokunmayın, isteğini karşılayın’ demek olurdu. Bunu söyleyen de çelebi sayılır bence. Gönlüdolu sayılır. Eski İstanbul’u da düşününce, filmlerde görüp romanlarda okuyunca, anlatılanları dinleyince ‘İstanbul beyefendileri’nin birbirlerine üstad dediklerini duyuyorsunuz, en çok da semt vapurlarında, Beylerbeyi, Kandilli, Moda, Yeniköy’e giden vapurlarda, nedense çoğunlukla da akşam sularında.

Her cihette üstad var, öyle olunca da üstad-ı azam gerekiyor, ondan da var. Hazreti Muhammed de böyle anılıyor, Üstad-ı Ezeli ise Tanrı. Gözü o kadar yükseklerde olmayanlar da var, kendilerini o yükseklikte görenler de. Dünyada da var, adlarını bilmem çoğunun ama şişinmeleri, büyüklenmeleri buralardan da görülüyor, hatta uzaktan daha iyi görülüyor! Guru’lar, new age dinlerin peygamberleri filan, tevazuu öğütleyen kim varsa en küçüğü guru oluyor, en büyüğü kendisini peygamber ilan ediyor! Diyeceğim, sıradan insandan daha çok üstad, ondan da çok azam var, ama “gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!” Var da, sadrazam dünya işleriyle meşgul, sultansa yüksek yüksek tepelere ev kurmuş!

Kibrin, büyüklenmenin günah olduğunu kelam edip, dillerinden ayetleri, sureleri düşürmeyenlerin, kitapta yerini gösterenlerin hepsinde bir tefekkür ediyormuş hali var, dikkatinizi çekiyor mu? Sanki şu boktan dünyayı temizlemeye, dünya kirletir deyip insanları arındırmaya gelmişler gibi davrandıkları ortada. İnsanları günahtan kurtarırlarsa, sevap kazanacaklar, sevap hanesine yazılacak bu yaptıkları. Bir nev’i kazan-kazan gibi, kurtar-kazan! İyilik-kötülük, günah olan neye ve kime göre diye sormanın gereği var mı? Yok! İyilik yapıyorlar ya da yaptıkları her neyse onu iyilik sanıyorlar, tamam da, eyvallah deyip gitmiyorlar, iyiliği yapanın adı, kim olduğu, her şeyi herkes tarafından ve öncelikle de iyilik yaptıkları kimse onun tarafından da bilinsin istiyorlar. Tabii görgüsüzlük ama, öte yandan böyle böyle bünyelerinde bir şişkinlik, dillerinde bir büyüklük peydah oluyor, efendisi azmış gibi dünyanın bir de bu yeni efendiler türüyor! Yaptıkları iyiliğin faizini fazla fazla alacaklarını herkes biliyor, yalnızca maddi olandan söz etmiyorum, toplumda tanınan, sözü geçen ve dinlenen, kulak verilen, değerli olmasa da önemli, yani ÇÖK, çok önemli kişi mertebesine de yükselmek istiyorlar, yani böyle de bir manevi tarafı var iyilik, yardım her ne yapıyorlarsa, karşılığında arzu ettikleri! ÇÖK, tabii son yılların en gözde mi desem en doğru mu, belki de en yerinde tanımı olan ‘çökmek’ eyleminin de, garip ama gerçek, hem mastarı hem öznesi hem de her şeyi! Emir-komuta zinciri içinde, ‘ÇÖK!’ buyruluyor, ÇÖK’ler gereken yerlere, mallara, mülklere çöküyorlar! Yoksulun ümüğüne, konuşanın boğazına çökmeyi de unutmuyorlar elbette! Bu ÇÖK’ler de çok olmaya başladılar demek de geçti içimden ama düşündüm sadece ses benzerliği için kuracakmışım bu cümleyi, vazgeçtim! Zaten çok olmamışlar mıydı?

Mevzudan muhabbetten, saptık yine! Diyeceğim, kimi Allah için diyor yaptığı iyiliğe, kimi insanlık için, dünyaları, düşünceleri, inançları imanları birbirine benzemiyor iyilik yapanların elbette. Bu ‘hayır hasenat’ diyerek sözümona geçiştirir gibi, üzerinde durmaya değmez gibi yaptıkları, oysa yalnızca sevap ve iyilik hanesine değil, nerdeyse her tarafa yazılmasını, bilinmesini istedikleri şeyin onlara kattığı şeyse büyüklük!

Eskinin üstadları vapur halkıydı, taşrada gölge ağaçlarıyla serin kahve ahalisiydi, yarısı şaka yarısı içten, akşam eve gidince unutulacak, yeniden buluşunca hatırlanacak cinsten unvanlarıyla övünmeyecek ‘tevazu üstadları’ydı, tevazuda üstadlık mı olur bre gafil sözüne müstehakım ama yine de onlar dediğim gibiydi!

Şimdikiler üstad unvanını, gâvur deyip kızdıkları Fransız hükümeti ‘Legion d’honneur’, yani şeref nişanı olarak verse yedi sülalelerini de toplayıp koşturacak cinsten! ‘Gönül Dağı’na bayılırlar ama en çok da ‘Kibir Dağı’ndayken dinlemeyi severler! Bunca kibri görünce de insan sormadan, daha doğrusu Yunus Emre’nin nefesini tekrarlamadan edemiyor: “Dört kitabın manası/Bellidir bir elifte/sen elifi bilmezsin/ bu nice okumaktır”.

Bu ‘üstad’ meselesi, Âşık Mahzuni Şerif’in “Çok Aliler gördüm Osman çıktılar! deyişine benziyor. Çok üstad-ı azam geçinen var ortada, ama üstad-ı hazandan başka bir şey değiller aslında! Üstad dediğin küçükle küçük değil yalnızca büyükle de küçük olandır kanımca!

Yazının sonuna geldiğimde, sözcüğün üstad değil üstat biçiminde yazıldığını öğrendim, fakat değiştirmedim, benzer bir durum da yıllar önce dedektif yazımında olmuştu, detektif yazılmalıymış. Sonra vazgeçildi sanırım. Üstad diyen de var, üstat diyen de, bazıları fesinin püskülünü sallayana üstat diyor, biz demiyoruz!