Usu Qaraz iki metre boyundaydı, konuştuğunda gök gürlüyordu, tek kelime Türkçe bilmiyordu, Kırmancça kızıyor, küfrediyor, dua ediyor, yakarıyordu. Bu adamın vücudunda bir hastalık vardı; beş insanın gücüne sahipti ama çalışamıyordu, bu yüzden geçimini pars toplayarak sağlıyor, şehrin en tepesinde, Dündültepe denen mahallede, bir gecekonduda tek başına yaşıyordu. Pars toplamak, işsiz, hasta, sakat, yaşlı insanların çok […]

Usu Qaraz iki metre boyundaydı, konuştuğunda gök gürlüyordu, tek kelime Türkçe bilmiyordu, Kırmancça kızıyor, küfrediyor, dua ediyor, yakarıyordu. Bu adamın vücudunda bir hastalık vardı; beş insanın gücüne sahipti ama çalışamıyordu, bu yüzden geçimini pars toplayarak sağlıyor, şehrin en tepesinde, Dündültepe denen mahallede, bir gecekonduda tek başına yaşıyordu.

Pars toplamak, işsiz, hasta, sakat, yaşlı insanların çok eski mesleğiydi. Elbette çalışacak gücü olan dünyaya boşvermişlerin, aylakların, içkicilerin, tembellerin de pars topladığı görülüyordu. Önce komşuların, sonra çevredeki evlerin kapısını çalan bu insanlara, ev sahibi un, yağ, çökelek, iki yumurta, mevsimiyse üç biber, beş domates verirdi -bu günümüzdeki sadakaya pek benzemez-. Bu sanki bir ibadetti, iyilik toplamak isteyenler için bir borç, pars toplayan eli boş gönderilmezdi.

O yerlerin esmer insanları, asi bir tarihin çocukları diye kitaplara, raporlara, şifrelere konu olmuşlardı. Tarihleri, dağları, ırmakları, elbette bizzat kendileri asiydi, otorite nedir bilmezlerdi. Efsaneleri de doğa kurallarının inkarından ibaretti; aslana binenleri, duvarı yürütenleri, kırk yıllık zehri bir dikişte bitirip bal olarak paçasından akıtanları lider bellemişlerdi kendilerine. Çoban bir halktılar, yazı bilmiyorlardı, kitaplara omuz silkiyorlardı, söz ve ikrar her şeyleriydi. Bir de, gökten indirip, adına oruç tuttukları, kurban adadıkları, lokma dağıttıkları, darda kaldıklarında yalvarıp yakardıkları, bebeleri hastalandığında şifa dilendikleri Xızır namında bir tanrıları vardı.

O dağlardaki yazılı olmayan inançlara göre, newe marti’de Hz. Oli zuhur etmiş, dünyaya gelmiştir, bu perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Bundandır ki, Gağan veya Xızır gibi o dağlara özgür oruçlar, hep Perşembe gecesine denk gelecek şekilde bitirilirdi. Bu günde tüm doğa, bir tek kişinin önünde eğilir; Oli’ye başını eğer, canlı cansız, yerüstü ve yeraltındaki –ölüler dahil- tüm mahlukatlar onun karşısında secde ederdi; ister kral ol ister bey, ister zengin ol ister dağın ucundaki biçare ol. Bu kuralın tek istisnası Karağaç’tı.

Derler ki Usu Qaraz parstan dönüyormuş, yağmur birden fena bastırmış, Qer aramış taramış bakmış etrafta bir bekçi kulübesi bile yok, saklanacak tek yer diye karaağacın kovuğunu görmüş, içini parsla doldurduğu heybesini dalına asmış, kendisi kovuğuna girmiş, mışıl mışıl uyumuş. Sabahın ferfecirinde meğerse gün, newe marti imiş, tüm doğa yavaşça Hz. Oli’ye secdeye gelmiş, karaağaç bakmış secdeye gelse heybe daldan düşecek, yiyecekler ıslanacak, kovuğundaki fakir Us ise ezilecek, bu yüzden secde etmemiş. O gün bugün, karaağaç secde etmez, fakiri, dardakini gözetmenin, korumanın, kollamanın o dağlardaki hatırı işte böyle büyüktür.

Usu Qaraz’ın son demlerine yetiştim, her akşamüstü Dündültepe’ye doğru yürürken tüm çocuklar peşine düşerdi, sırtında giysileriyle aynı renkte ve kumaşta bir torba, onun içinde parsı olurdu, ondan korkulurdu, o sevilirdi, bembeyaz kıyafetler içinde yürürken, çocuklar bağırtıyla arkasından yetişir, para verirdi. Cep harçlıklarının bir kısmı, Us’a ayrılmıştı. O -artık ömrünün sonbaharında-, parlayan demir parsını alır, başını göğe kaldırır, -sizin ayaklarınızın altına kurban olayım sözleri daha aklımda- çocuklara dua ederdi. Çocuk sürüsü içinde ben de vardım, sene yetmiş sekizdi, demir para verirdim, öldükten çok sonraları, askerde Türkçe konuşamadığı için, yediği dayaktan o hale geldiğini öğrendim.

Yıllardır her şeye boyun eğmiş, ses çıkarmamış, ne olduğunu dahi hiç merak etmemiş büyük bir kitle, yavaş yavaş kan uykusundan uyanıyor, kollarını köşeden kaldırıyor. Kendilerini doyurduğu halde nankörlük ettiklerini yüzlerine söyleyen malum zatın zifiri karanlık otoritesine karşı ilk defa ses çıkarıyorlar. Sanatçısı, işadamı, sporcusu başını yerden kaldırıyor.

Türk toplumu bundan altı yıl evvel Gezi’de ağaçlar için çarpışmıştı. Gencecik çocuklar, on beşindeki, on dokuzundaki delikanlılar, bir parkta yüzyıldır fakirlerin üstünde dimdik yükselen ağaçların kesilmesini, gözlerini ve yaşamlarını vererek engellemişti. Şimdi bu güzel ve yalnız ülke -o kadim eski efsanedeki karaağaç gibi- bir kez daha başını eğmiyor, secde etmiyor.