Hal Foster: Farsın ardından ne gelebilir ki? İlla bir şey gelmesine gerek yok. ‘Evrenin ahlak ibresi hep adaletten yanadır’ veya ‘insanlığın kusursuz birliği için gayret etmeliyiz’ türünden yatıştırıcı söylemler, artık kimseyi teskin etmiyor. Hiçbir şeyin garantisi yok ve her şey bir mücadele alanı.

Utanç-sonrası siyaset ve yaşam

Ali BULUNMAZ

Üzerine bolca konuştuğumuz, merakla beklediğimiz, öngörülerde bulunup kaleme alınan ütopya ve distopyaları okuduğumuz yirminci yüzyıl; siyasi söylemlerin gittikçe kabalaştığı, günlük yaşamın nobranlaştığı, yeryüzünün daha çok talan edildiği, yalanın hakikat gibi sunulduğu ya da hakikatin yalanla soslandığı bir zaman dilimine dönüşüverdi.

Yüzü kızaranların azaldığı bu dönemde, hegemonya ve hakikat-sonrası gibi iki kavram öne çıkınca absürt, söz konusu durumu açıklamaya yetmedi. Hatta kaba güldürü fars, medya yalanları ve politik manipülasyonlar karşısında trajedi gibi görünmeye başladı.

Yaşadıklarımızı tarif etmek için kullanacağımız tuhaf sözcüğü de sası kalınca pek çok başka insan gibi sanat eleştirmeni Hal Foster, aklındaki bazı sorulara yanıtlar aramaya başlamış: Trajediden sonra fars geliyorsa farstan sonra ne geliyor? Utanmak bilmeyen bir siyasi seçkinler grubu nasıl küçük düşürülebilir veya absürtten beslenen liderlerle nasıl dalga geçilebilir? Öfke ve hiddetle yaşayan bir medya ekonomisine daha fazlasını eklemenin bir mantığı var mı?
Olup bitenlere baktığımızda sanat, eleştiri ve kurmaca, belli başlı çürümelerden etkilendiğini görüyoruz: Savaş, terör ve karşı-terör, siyasi nobranlık, bitmek bilmeyen gözetim, performans ve verim ‘kültürü’, yozlaşan ve hakikat-sonrasını derinleştiren medya anlayışı, gittikçe açılan eşitsizlik makası ve yaşamımızın merkezindeki iklim değişikliği…

Akli melekelerinden şüphe duyulan bir avuç insanın yön verdiği dünyada akıl sağlığımızı ve umudumuzu nasıl koruyabileceğimizi soran Foster, biraz geçmişe baktığı biraz bugünü yorumladığı ‘Ya Farstan Sonra’da, kültürel eleştiri ile günlük yaşamı bir araya getirirken sanatta, siyasette, ekonomide ve medyada bir çıkış yolu arıyor.

‘FAŞİST VİRÜS’E YENİK DÜŞENLER

Yalanın, yaşamı hakikatten daha iyi anlattığı ya da ‘-mış gibi yapmanın’, gerçekliğin önüne geçtiği bir dönemde, zemini sağlam eleştiriler yöneltmek veya Foucault’nun Eski Yunan’dan çekip çıkararak hatırlattığı ‘doğruyu söylemek’ (Parrhesia) ne kadar mümkün? Politik figürleri, medyatik manipülatörleri ve kâr hırsıyla yanıp tutuşan yeryüzü düşmanlarını sanat yoluyla ifşa etme yolları hâlâ açık mı?

Foster, bu soruların benzerlerini ‘Yeni Kötü Günler’de (Çeviren: Ferit Burak Aydar, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017) yöneltmiş ve yanıtlarını da yine aynı metinde vermişti bir parça. Sanatın salt performansa indirgendiği; kültür karşıtlığının ve (ahlaklı değil) ahlakçı yaklaşımların egemen olduğu piyasa ortamında, tıpkı siyasette ve ekonomideki gibi hayatın her alanına sızan ‘yerleştirmeciliğin’, terörü ve karşı-terörü tasvir, hatta taklit ettiğini söylemişti yazar. Böylece şiddetin normalleştirildiği, öfkenin bir iletişim biçimine dönüştürüldüğü ve erotizmin başat unsur hâline getirildiği ‘totaliter kitsch’in yaratıldığını belirten Foster, sadece yapmanın fetişleştirildiği bu ortamda eleştirinin güme gittiğini vurgulamıştı.

Foster’ın yerdiği muğlaklığın pragmatik yorumları, siyasetten ekonomiye, sosyal hayattan medyaya kadar pek çok alanda şiddeti, kasveti ve öfkeyi ön plana çıkardı. Yazar, ‘Ya Farstan Sonra’da bu noktaya yoğunlaşıp kaybolan incelikleri ve nüktedanlığı, kültürel eleştiri bağlamında geri çağırırken Marx’ın zamanüstü belirlemesini hatırlatıyor: “Burjuvazi, kendi iktisadi tahakkümünü devam ettirebildiği müddetçe demokratik değerlerinden vazgeçmeye dünden razıydı.”

Günümüzün lümpen ve popülist siyasetçileri, ekonomistleri ve teknokratları, Marx’ın tarif ettiği yolu izlerken Foster’a göre sıradan insanların ‘faşist virüs’e yenik düşmesine neden oluyor. Sonuçta hakikat-sonrası ve utanç-sonrası siyaset buluşuyor.

Akışta kendisine kısa süreli yer bulan ve kanıksadığımız felaketler; travmanın, paranoyanın ve kitsch’in kullanımını sıradanlaştırdı. Neoliberalizmin, sanat kurumları ve anlayışlarını dönüştürmesinden medya da payını aldı; bilgi yerine, bilgi olmayan geçti, manipülatif algoritmalar ve veri her şeyden önemli hâle geldi.

Terör ve karşı-terörün ikonları ve simgeleri, travma ve paranoyayla yüceltilerek politik ve sanatsal bir eyleme dönüştürüldüğünden beri, Foster’ın deyişiyle sanatta ‘mülayim eylemler’ bir kenara bırakıldı. Bunların sergilendiği noktalar ise yeni ‘kutsal topraklar’ hâline getirildi. ‘Yeni Kötü Günler’de yazar buna “şüphenin yerine geçirilen fetiş” demişti. Bu ‘ilke’, travmayla bir bellek oluşturma eylemine hız verirken kitsch’in vahşi kullanımını artırdı, bilgi-olmayan bombardımanıyla hakikatin örselendiği bir ortam yarattı ve utanç-sonrası siyasete giden yolun taşlarını hızla döşedi.

ŞATAFATLI VE KOF BİR JARGON

Yeni tüketim kültürü, başka bir deyişle yeni nesil yaşam; sanatı, siyaseti, medyayı ve günlük hayatı dönüştürürken yarattığı imgelerle eleştiriyi geri plana itip kutsamayı ve fetişleştirmeyi öne çıkardı. Eserlerin yerini ‘işler’ aldı, simülasyon ve illüzyon, tıpkı yaşamdaki gibi sanatta da geçer akçe hâline geldi. ‘Özgüven’ reklamları, ‘özdeğerleri’ sermayenin emrine sokarak neoliberalizmin değirmenine daha fazla su taşıdı.

Böyle bir dönemde Claire Fontaine gibileri de “nesneler ve kapitalizm tarafından öldürülmüş anlam yığını arasında hâlâ sağ kalabilmiş şeyleri bulup çıkarmaya” çalışırken neoliberal ihtişama hizmet eden devasa yapıların içi, Trumpist çağın lokomotifi finansal destekler için ‘ilerici’ sanatçıların meta-eserleriyle dolduruluyor. Nasıl görüp nasıl görüneceğimizi belirleyen; görüntüleme ve görüntülenme arasındaki gerilimi körükleyen araç ve tavırlar, şatafatlı ve kof jargonla oluşturulan özensiz dil de cabası. Bunların tamamı, (siyasi, ekonomik ve kültürel) tüketim çağının ve dünyanın oluş hâlindeki imgesinin birer yansıması.


Foster’ın anlattıklarını ve geldiğimiz noktayı özetleyen cümleler dikkatle okunmayı hak ediyor: “Tarih, saçma da olsa bir anlatıya sahiptir. Ama bu tutarlılık belki de bir illüzyondu ve soruyu yineleyecek olursak farsın ardından ne gelebilir ki? İlla bir şey gelmesine gerek yok. ‘Evrenin ahlak ibresi hep adaletten yanadır’ veya ‘insanlığın kusursuz birliği için gayret etmeliyiz’ türünden yatıştırıcı söylemler, artık kimseyi teskin etmiyor. Hiçbir şeyin garantisi yok ve her şey bir mücadele alanı. Yine yerel düzeyde konuşacak olursak sanatın kendi geçmişine güvenip güvenemeyeceği bile artık belli değil; dahası, görünüşe göre bugünü de kurumsal açıdan dayanaksız.”