KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ Bağlanamayan anneler Bazı anneler farklı oluyor. Çocuklarına bağlanamıyorlar. Bu tarz bir anne tipini Belma Baş’ın “Zefir” adlı filminde görmüştük. O filmdeki anne ile Kevin Hakkında Konuşmalıyız’daki (KHK) anne Eva birbirlerine benziyorlar. Sadece onlar benzemiyor, yarattıkları çocuklar da benzer özelliklere sahipler. İyi kalpli, sevecen çocuklar değiller bunlar. Zefir’in annesi, sadece kızına değil belli bir mekâna ve eve de bağlanamıyordu. Bir tür gezgindi. Kendisine dünya üzerinde peşinde koşulacak davalar, korunacak çocuklar arayan bir anneydi ama kendi çocuğuna verecek pek bir şeyi yoktu. KHK’nın Eva’sı da bir gezgin ve o da ne kimseye ne de bir yere bağlanabiliyor. Biz Zefir’i bir kenara bırakıp, KHK’ya dönelim. Eva çeşitli rolleri arasında bağ kuramamış, hayatını oluşturan unsurları birbiriyle entegre edememiş bir insan. Evinden de nefret ettiğini söylüyor bir aşamada. Annelik benimseyemediği bir rol Eva’nın. İnanarak oynayamıyor bu rolü ve

Taşralı iki kardeşin New York’ta kesişen hayatlarından bir kesit sunuyor bize “Utanç”. Kardeşlerden büyüğü Brandon, beyaz yakalı bir ofis çalışanı. İşinde başarılı, kadın tavlamada başarılı ve başka her şeyde berbat biri. Daha ne olsun diyenler çıkacaktır ama Brandon hasta biri, seks bağımlısı. Bu bağımlılık, insanlarla bağ kuramamasının bir sonucu. Sadece bu da değil, Brandon birey olamamış, kendi hayatını kuramamış biri. Seçtiği ilişkilerle değil, karşısına çıkan ilişkilerle sürdürüyor hayatını. Ve Brandon belli ki işlevsiz bir aileden geliyor. Bu işlevsiz aile kız kardeşi Sissy’nin kimliğinde Brandon’ın hayatındaki varlığını sürdürmeye devam ediyor. Sissy ile Brandon bir madalyonun iki yüzü gibiler. Brandon kimseye bağlanmamaya çalışırken, Sissy karşılaştığı herkese bağlanıyor. Brandon ördüğü duvarlar arkasında boşluğunu korurken, Sissy hiçbir savunma duvarı ve sınırı olmadan yaşıyor. Ve bu iki kardeş aslında aynı sorunun iki tezahür biçimini temsil ediyorlar.

Bu sorun bana kalırsa ailenin sınırları belirsiz ilişkiler dünyasından çıkıp, yetişkin bireyler olamama olarak tanımlanabilir. Brandon için birlikte olduğu kadınlarla kurduğu ilişkiler baba ve annesiyle hesaplaşmasının damgasını taşıyor. Ya öfkeli, şiddet yüklü düzüşmeler ya da iktidarsızlık Brandon’ın seçenekleri. Kız kardeşinin şapkasını ya da annesini hatırlatan, eski model (vintage) bir kadın külotu Brandon’ın süngüsünün düşmesine neden olabiliyor çünkü Brandon birlikte olduğu kadınları bireyler olarak değil, annesinin temsilleri olarak görüyor.

Sissy için de durum çok farklı değil. Her erkekte kendisini koruyacak kollayacak bir baba arayışı içinde. Hatta abisi Brandon kabul etse, onun kolları arasında uyumaktan son derece mutlu olacak.

Carey Mulligan, Sissy rolünde çok iyi, bence Brandon rolünde çok övülen Michael Fassbender’den daha iyi. Utanç’ı seyredin. Steve McQueen ilk uzun metrajlı filmi “Açlık”la büyük başarı kazanmıştı. “Utanç” bence çok daha iyi ve çok daha derli toplu bir film “Açlık”a göre.
 
**
 
KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ

Bağlanamayan anneler

Bazı anneler farklı oluyor. Çocuklarına bağlanamıyorlar. Bu tarz bir anne tipini Belma Baş’ın “Zefir” adlı filminde görmüştük. O filmdeki anne ile Kevin Hakkında Konuşmalıyız’daki (KHK) anne Eva birbirlerine benziyorlar.  Sadece onlar benzemiyor, yarattıkları çocuklar da benzer özelliklere sahipler. İyi kalpli, sevecen çocuklar değiller bunlar. Zefir’in annesi, sadece kızına değil belli bir mekâna ve eve de bağlanamıyordu. Bir tür gezgindi. Kendisine dünya üzerinde peşinde koşulacak davalar, korunacak çocuklar arayan bir anneydi ama kendi çocuğuna verecek pek bir şeyi yoktu. KHK’nın Eva’sı da bir gezgin ve o da ne kimseye ne de bir yere bağlanabiliyor.

Biz Zefir’i bir kenara bırakıp, KHK’ya dönelim. Eva çeşitli rolleri arasında bağ kuramamış, hayatını oluşturan unsurları birbiriyle entegre edememiş bir insan. Evinden de nefret ettiğini söylüyor bir aşamada. Annelik benimseyemediği bir rol Eva’nın. İnanarak oynayamıyor bu rolü ve kötü oyunculuğuyla oğlu Kevin’i sevildiğine ikna edemiyor. Eva’nın tutkuyla yaptığı tek şey işi gibi ama o iş hakkında da çok az şey görüyoruz. İspanya’da domates festivalinde çok mutlu görünüyor, başka da bir şey görmüyoruz. Fakat çok daha fazlasını yaşamış olmalı ki, kitabı “efsanevi maceraperest”in eseri olarak tanıtılıyor kitapevlerinin vitrinlerinde. Demek ki Eva çok gezmiş, çok macera yaşamış. Kimseye bağlanamadığı, sevemediği için yaşamış bu maceraları. Ve bu durumunun farkında olduğu için suçluluk duygusu peşini bırakmıyor Eva’nın. İşini, eşini, evini ve çocuğunu/çocuklarını  entegre bir bütünün parçaları kılamayan Eva’nın hayatını yönetmen Lynne Ramsay kopuk kopuk, paramparça bir kurguyla anlatmış. Zaman içinde sürekli sıçramalarla, ileri geri gitmelerle görüyoruz Eva’nın paramparça hayatını. Eva, parçaları bir araya getirmeye çalışıyor film boyunca. Ama hem yaşamış ve yaşamakta olduğu travma çok büyük hem de geçmişi deşmek tek başına altından kalkılacak bir iş değil.

Ramsay’in filminin gücü ve zayıflığı bu parçalı yapıdan kaynaklanıyor. Bu yapı filmi bir yandan ilginç kılıyor ve kahramanın bilincinin parçalanmış halini yansıtıyor ama yapbozla uğraşmaktan karakterleri tanımakta güçlük çekiyoruz. Bu yapı aynı zamanda bir sürü boşluğu da gizliyor. Diğer başka sorunlara girmeden şunu söylemek lâzım: Filmde Eva’nın oğlu Kevin bir kötü tohum, şeytani bir çocuk izlenimi verdi seyreden hemen herkese. Çünkü film boyunca Kevin’in sevimli tek bir anını bile görmedik. Oysa yönetmenin söylemek istediği bu değildi, diye düşünüyorum. Annenin daha hamilelikten başlayarak çocuğuna bağlanamadığını herhalde boşuna göstermedi. Peki o zaman çocuğa da biraz empati göstermeyi niye becerememiş yönetmen, anlaşılır değil. Bir tek filmin en sonunda Eva ile Kevin arasında gerçek bir iletişimin kurulabilme ihtimaline işaret ettiğinde Kevin’in de insan olduğu filmin aklına geliyor sanki. Hem de yetişkin olmayan bir insan.

KHK çok kusurlu bir film. Fragmantal yapısı olmasa sakatlığı daha net görünecekmiş. Tilda Swinton ise tabii ki Eva rolünde gayet iyi.

***

Arapçaya teşekkür ederim!

Ben Cumhuriyet gazetesi okuyarak büyüdüm. Dolayısıyla Arap kökenli olan her şeyi küçümsedim ve dışladım. Çünkü Cumhuriyet gazetesinin yazarları Arap kökenli olan her şeyden tiksinirdi. Arabeskten tiksinirdi, Arapça kökenli sözcüklerden tiksinirdi. Arap dünyası sadece ve sadece gericiliği, bağnazlığı  ve pisliği temsil ederdi. Bu önyargılarla yüklü tutum, benim de kanıma işlemişti.

Ben zamanla değiştim. Ama Araplara ve Arapçaya yönelik önyargının örneklerine sürekli rastlıyorum.
Atilla Aşut gazetemize hoş gelmiş! Fakat 30 Ocak tarihli ve “İğne ve Çuvaldız” başlıklı ilk yazısına ciddi bir itirazım var:

“ Hazır “Medya Mahallesi”nden söz açılmışken, Ayşenur Arslan’ın dilinden düşürmediği “hakkaten” sözüne de değinmeden geçmeyelim. Dilimizde böyle bir sözcük var mı? Değerli meslektaşımız, “hakikaten” sözcüğünü ekranda “hakkaten” diye seslendirerek genç kuşaklara kötü örnek oluyor. Oysa güç söylenen bu Arapça sözcük yerine, dilini “gerçekten” demeye alıştırsa sorun kalmayacak…” diye yazmış Atilla bey.

Öncelikle Arapça bizim için yabancı bir dil değil. Çünkü Arapça bu topraklarda en çok konuşulan dillerden biri; Türkçe, Kırmançi ve Zazakiden sonra Arapça gelir. Bu nedenle de TRT Arapça bir kanal açmadı mı? ÖDP’nin belediye başkanlığına sahip olduğu Samandağ’da yaşayanlar arasında Arap kökenliler önemli bir niceliğe karşılık gelmiyor mu? Hataylılara gidip, “hakikaten zor söylenen Arapça bir sözcük, onun yerine dilinizi gerçekten demeye alıştırın” denilebilir mi?
Ve bir de şu var: Hakikat ve gerçek farklı kavramlar. Mesela İngilizcede hakikat için “truth”, gerçek için ise “real” ya da “reality” gibi farklı sözcükler var. Yani istesek de “truth” için kullanabileceğimiz başka bir sözcüğümüz yok, tek seçeneğimiz “hakikat”. Gerçek, hakikat ile aynı anlama gelmiyor.

Ayrıca birçok Türkçe sözcüğü de yutarak konuşuruz. “Geliyo musun?” diye sorarız, “geliyor musun?” diyen pek yoktur. Mesele sözcüğün Arapça ya da Türkçe kökenli olmasıyla alakalı değil aslında. “Hakikaten”i bir spikerin “hakkaten” olarak söylemesi bir sorun olabilir ama bizim kendi aramızda hakkaten dememiz neden bir sorun teşkil etsin ki? Kimse gündelik konuşmasında spikerler gibi konuşmak zorunda değil.

Arapçaya kızmak sadece nankörlük olur. İletişimimize katkılarından dolayı Arap kültürüne ve diline bir teşekkür borçluyuz. Hatta Arapça olmasa birbirimize “teşekkür” bile edemeyecektik çünkü teşekkür de Arapça kökenli. Yoksa güç söylenen Arapça kökenli bu sözcük yerine bir komutana selam verir gibi “sağ ol!” mu dememiz lazım?