Dünya ve insanlık hali beni çok ilgilendirir; bilirsiniz. BirGün’deki yazılarımda sık sık insanlığın perişan haline değinmeden edemem. İnsanlık adına sunulan gelişmelerin, barbarlıkları artırdığı yönünde kuşkularım da vardır.

Bu nedenle, günümüze baktığımızda, ne dinlerin, ne ideolojilerin, ne hukuk ve uluslararası kurumlar ile kuralların insanlığa ve birlikte yaşama dair iyiliği özendirecek, kötülüğü geriletecek bir ahlakı oluşturduğunu söylemenin mümkün olmadığını da düşünüyorum.” Neden böyledir” gibi bir soru da var kuşkusuz!

Ortada kolektif bir sorumluluk olduğunu da kabul etmek gerekir.

Yüzbinlerce insan savaşta ölüyor, milyonlarcası yurtlarından olmakta; milyonlarca insan açlık ve yoksullukla savaşmakta; buna karşın dünyayı ele geçiren ne ekonomik ne siyasal iktidarlar hesap vermekte. Öte yandan bu kaygılı, korkulu dünyadan ilk olarak onlar sorumlu olsa da, tekil olarak hepimizin de hem yaptığımız seçimler hem onlardan hesap sormamamız nedeniyle sorumlu olduğumuz görmezlikten gelinemez.

Örneğin bugün, geçmişe göre daha özgür ve olan bitenden daha haberdar insanın ahlaki seçimleri ne yönde? Bu soruya, en başta, çoklu gerçekler dünyasında çoklu ahlaklar olacağı ve farklı ülkeler ve farklı durumlar için farklı yanıtlar verilebileceği söylenebilir. Ancak “zamanın ruhu” diye bir gerçek var. Bu gerçek, reel dünyanın ve egemen sistemin genel olarak “çıkarcı ahlak” diyebileceğimiz bir ahlak anlayışını geçerli kıldığını göstermekte ki, bugünkü seçimlerin de, sessizliğin de arkasında onu görmemek mümkün değil.

Kuşkusuz, insanın bencilliği ve çıkarcılığı tüm zamanlar için geçerli. Ancak günümüzün ödül ve ceza sistemi içinde çıkarcı ahlak anlayışının getirdiği ödüllerle utanmazlığı ve vicdansızlığı körelttiği de ortada.

Türkiye’de olan bitenlere, bunlar üzerinden yazılanlara bakın; insan sormadan edemiyor; utanmak nerede?

Verilecek örnek çok da, bir ikisinden söz edeyim.

Davutoğlu, seçimle gelmiş bir başbakan; ayrılış konuşmasında yapıp ettikleriyle ne kadar övündüğü de ortada. Buna karşın, Anayasa’da olmayan biçimde bir azil yaşıyor; fakat sesi çıkmıyor! Bu sessizliği ahlaki açıdan nereye koyalım? Ya bayrak yarışından söz edenleri...

TÜSİAD, “bildiğimizi inandığımızı söylemeye devam edeceğiz” diyerek tüm partilerden terörden demokrasiye uzanan soruna çözüm bulmalarını istiyor. İstiyor ama ne savaşın sona erdirilip barışın gelmesi, ne de parlamenter sistemin tek adamın iradesiyle rafa kalkması gibi konularda bu ülkenin etkin bir aktörü olarak devrede! Oysa, Batı hayranlıklarını da dikkate alırsak, ülkenin demokratikleşmesi konusunda kendilerinin oynamaları gereken bir rol olduğunu öğrenmiş olmalılar!

Panama belgeleri ise, çıkar ahlakının doruğu! Türkiye’den 684 kişi... Bir yanda fakirlikten kurtulma savaşı veren bir ülke var; yeri geldiğinde sermayeden, teşvike her tür desteği bu ülkeden istiyorlar; ama paraları cebe indirirken ne yasa ne ahlak tanıyorlar!

Bir örnek de medyadan. Sabah yazarı Engin Ardıç, partili başkanlık konusunda Atatürk’ten, İnönü’den ve de Evren’den söz ederek bu ülkede partili cumhurbaşkanlığı nasıl da olağan, alışılmış bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ne ilk ikisinin, o, hep ve çok eleştirdiği “tek parti”, onun deyimiyle diktatörlük dönemine ait olduğu, ne de sonuncusunun askeri darbenin ürünü olduğu gibi gerçekler umurunda! Maksat, birilerine yaranmak, ötekilere vurmaksa her şey mubah! Nasıl ahlak ama!

Özetle, çıkarın en büyük değer haline geldiği bir ahlak anlayışı içinde ne utancın ne de vicdanın sesini duymak mümkün! Aksine üzüm üzüme bakarak kararır misali, çıkarcı ahlak, dayandığı güç ve iktidar, kurduğu ödül-ceza sistemiyle iyileri de kovalamakta!.

Burada konuyu Agnes Heller’in , “Bir Ahlak Kuramı” adını taşıyan kitabına getireceğim. Heller, iyilik ve kötülük kavramlarını tartışırken esas olarak iki türlü kötülükten söz ediyor; “yeraltı kötülüğü” ve “bilgiçlik kötülüğü”.* Birincisi, insanın doğası ve kötülüğün cazibesi ile açıklarken, ikincisini, yeraltı kötülüklerini kışkırtan ve toplumsal düzenin dokusunu tahrip eden bir veba olarak nitelendirmekte. “Bilgiçlik kötülüğü bu vebayı her konumda yayabilir ama iktidar ona en uygun konumdur” diyor. Öte yandan kötülük yalnız iktidar olsa ona direnmek mümkünken, kötülüğün aynı zamanda baştan çıkarıcılığı ile bunu fark etmenin güç olduğundan da söz etmekte:

Kararlı biçimde kendi kişisel başarısından başka bir düstur tanımayan birini ele alalım. Bu uğurda, kendi düsturuna göre her şeyi yapabilir. Sonuçta yolunu kesen herkese zarar verecektir. Ama aynı zamanda etrafına hayranlar, destekçiler, büyük bir taraftar kitlesi de toplayacaktır. Böyle bir kişi, pervasız olduğu kadar çekici de olsa gerekir; ... Hem mutlak kinikler hem mutlak fanatikler ötekilerin gözünde ‘samimi kişiler,’ ‘cömert’ hatta ‘kahraman ruhlar” olarak görünebilir.... Kötülük bir vebadır, iktidardır ve bulaşıcıdır.”

Günümüz dünyasının “bilgiçlik ve güç kötülüğü” ile sarsıldığına da kuşku yok. Bize de, Heller gibi “iyilik hâlâ var” deyip umutlanmak ve “iyiliği” aramaktan vazgeçmemek gerekiyor.

* Agnes heller, “Bir Ahlak Kuramı”, Ayrıntı Yay. 2006.