Bu köşedeki yazılara ara vereli epeyce oldu. Sosyal Politika kitabını yenilemek niyetiyle başladı; sonra ülkenin aynı girdapta dönüp durmasının getirdiği bıkkınlıkla devam etti. Ne yazmalı ve neden yazmalı!...

Kuşkusuz, bir gazete ya da gazeteci açısından böyle bir sorunun yeri de, anlamı da yok; ancak benim gibi, sade bir vatandaş olarak olup bitenlere ilgi duyanlar için ülkede bu yaşananların yazma dürtüsünü tetiklediğini söylemek zor. Kimisi, aksine, bu yaşananlar nedeniyle yazmak gerektiğini düşünebilir; ancak 2010 yılında yazmaya başladığım bu köşedeki yazılarıma şöyle bir baktığımda, farklı olaylar veya gelişmeler olsa da, sürekli olarak bir sürecin parçaları olan gelişmelerden, bunların içerdiği kaygı ve tehlikelerden söz ettiğimi görüyorum. Kısacası, durmadan, demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk devleti, laiklik gibi değerlerin örs üstünde dövülüp yeniden şekillendirilmesini konuşuyoruz. Bu değerlerden geriye ne kaldığını düşünmemiz gereken bir noktaya geldiğimiz bugün, hala, bu değerler varmış gibi, bunlardan yola çıkarak tartışmalara girişmek ise yalnız yetersiz değil, oldukça garip kaçmakta!

“Konuşmayalım mı” diye bir soru gelirse, konuşalım ama durumu sürekli tarif etmekten başka şeyler konuşalım demek isterim. Çünkü, en azından 2010’dan buyana ülkenin nereye sürüklendiği açığa çıkmış durumda Bu nedenle, yeni bir hukuk skandalını, yeni bir otokratik hamleyi, yeni bir İslami atılımı konuşup durmak, yaşadıklarımızın anlamını yinelemekten fazla anlam taşımamakta. Ülkenin içinde bulunduğu karanlığın tarifini yapmak veya bu gidişata yakışır adlar bulmaktan öteye gitmek gerekiyor.

Özetle, yeni bir KHK ile 15 Temmuz’da sokağa çıkanların aklanması, orada burada milis güçlerinin peyda olması, ya da müftülere verilen nikah yetkisi, okullarda sabah namazına katılım için çağrı yapılması, Diyanet’in sitesinde 9 yaşında buluğa eren kız çocuğunun evlenebileceğine dair bilgilerin yer alması gibi abuklukları konuşmak gerekse de, “içinde bulunduğumuz arızalı durumu daha ne kadar tarif edeceğiz” gibi bir soru da var karşımızda... O nedenle, bu gidişattan kurtulma konusundaki “umutları ve yolları” tarif etsek, diyorum!...

Bu söylediğimin, gazeteci gibi yazıp çizmekle uğraşanlardan çok, “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” misali ana muhalefet olarak CHP’ye bir hatırlatma anlamı taşıdığına kuşku yok! Örneğin toplum Adalet Yürüyüşü ‘nün arkasını bekledi; getiremediler!

Yakın zamanda Ütopya Edebiyatı adlı bir kitap okudum. Ütopya kavramından, farklı çağlarda ortaya çıkan farklı ütopya örneklerine, Batı dışındaki ütopyalara ve oradan distopyaya kadar uzanan hacimli ve derinlikli bir kitap; açıkçası çok ilgimi çekti. Söylediği bir kaç şeyin belleğimde yer ettiğini, bazı düşüncelerimi değiştirdiğini söyleyebilirim. Bunlardan biri, ütopya örneklerinin yalnız bu konuda yazılmış kitaplarla sınırlı olmadığı, inanç sistemlerinden ideolojilere kadar birçok olguda ütopya bulunabileceğine dair, diğeri de, birinin ütopyasının bir başkasının distopyası olabileceğine ilişkindi. Sanırım, bugün ülkemizde yaşananları bu ütopya-distopya ilişkisi içinde değerlendirmek mümkün.

Bu ülkede, cumhuriyetin kuruluşundan buyana, toplumun bir kesimi için istikrarlı bir demokrasi, güvence altına alınmış hak ve özgürlükler, eşitlik ve adaleti içselleştirmiş, ayırımcılığı değil farklıklarıyla birlikte yaşamayı öğrenmiş bir toplum gibi bir ütopyanın varlığından söz edilebilir. Çağdaşlaşma-modernleşme diye özetleyebileceğimiz bu ütopyanın zayıf, naif ve çelişkili yanları yok değildi kuşkusuz. İradeci modernleşme anlayışından siyasal iktidarların yozlaşmasına, askeri darbelerden solun öcüleştirilmesi ve tırpanlanmasına kadar uzanan birçok yanlış politikadan söz etmek ve bunların, bu yöndeki ütopyayı güçlendirmek yerine zayıf düşürdüğünü söylemek mümkün.

Ancak bir de, bu ütopyanın toplumun bütünü tarafından paylaşılmaması gibi bir gerçek var ki, daha önemli! Kısacası, toplumun bir kesimi için cumhuriyet, demokrasi, hak ve özgürlükler, modernleşme, laiklik gibi değerler başlangıçta yabancıydı ve ne yazık ki, hala öyle! Çünkü, Cumhuriyet dönemi, muhafazakar değerler, dinsel inançlar, bu bağlamda kurulan ilişkiler çerçevesinde kurulan yaşam deneyimlerini değiştirmekte başarılı olamadı; olmak istemedi diye de düşünülebilir. Çünkü, klientalist ve popülist politikalarla demokrasinin al gülüm-ver gülüm oyununa dönüşmesinde geleneksel ve muhafazakar değerlerle, bu anlamdaki cehalet ve ilgisizlik işe yaradı. Bugünkü iktidarın ve bazı yazarların hatırlatmaktan pek hoşlandıkları, “toplum sosyolojisi“ gibi lafların dayanağı da burada. Ancak bundan söz ederken, bununla, bireyin ve toplumun güçlenmesini istemediklerini de itiraf ediyorlar ki, bunu mesele etmek gerekmekte. Sonuçta, yalnız demokrasi topal veya aksak kalmıyor; aynı zamanda toplumun muhafazakar kesimlerinin demokratik değer ve kurumlarla ilişkisi zayıflarken, oy uğruna verilen tavizlerle muhafazakar kesimler üzerinde etkili olan dini ve geleneksel otoriteler güçlendirilmekte. Eskinin Hizmet Cemaati, şimdinin FETÖ’sünün ulaştığı yayılma ve güçlenme bile bunu örneklemek için yeter!

Bunun önemli bir sonucunu da, geleneksel otoriteler güçlendikçe kendileri için distopik olan gidişatı aksatmakla yetinmemeye, kendi ütopyalarını kurgulamaya başlamalarında görüyoruz.

Bugün onların ütopyaları devrede!.... Siyasal İslam’ın 15 yıllık iktidarı, rejim değişikliği gibi büyük bir adımın gerçekleşmesi, siyasal proje gerçekleştikçe toplumsal projenin hızla yol alması gibi gelişmelerin her biri, ütopyalarının gerçekleşmesi yolunda atılan adımlar...

Onlar ütopyalarını gerçekleştirme yolunda ilerlerken, bir yanda ütopya, diğer yanda distopya yaşayan iki topluma dönüştüğümüz de ortada. Bu bölünme onları durdurmaya yetmiyor; ancak bu yolda ilerledikçe daha çalkantılı dönemlere yol aldığımızı görmemek mümkün değil. Tek adam cumhuriyetinden KHK hukukuna, yargının ele geçirilmesinden ses çıkaranların terörle suçlanmasına, her gün yenisi açılan davalardan sonu gelmeyen tutuklamalara, işten atmalardan hak aramanın önlenmesine kadar birçok yolla yaratılan korku ortamının, ütopyalarının, benimseyenler için bile distopyaya dönüşmesine yol açtığını söylemek de mümkün.

Ancak daha önemli olan, muhalefetin, ötekinin distopyasından çok, kendi ütopyasını anlatmakta maharet gösterip, umut yaratabilmesinde... Anayasa değişikleriyle ilgili referandum döneminde de benzer şeyler yazmıştım, duyan olmadı. Ama benim derdim hala iktidara değil, muhalefete bir şeyler anlatabilmekte...