Batı bir ütopya mı yoksa distopya mı? 22 yıldır Hollanda’da oturum iznini bekleyen, “illegal”, yersiz yurtsuz yaşayan ve daha fazla bu hayata dayanamayan Afgan Prof. Dr. Bargami’nin ve onun gibi on binlerce insanın hazin hikâyeleri, Avrupa’da aşırı sağın baskıları sonunda, mülteciler politikasının geldiği noktayı anlatma bakımından ibret verici.

Ütopyaya kaçış!

Zafer Aydoğdu - Tarihçi

Sanki bir kitabı veya filmi hatırlatıyor bu başlık. Aslında milyonlarca evsiz barksız, Dünya’nın dört bir yanına savrulan, evini yurdunu daha güzel ve güvenli bir yaşam için terk edenleri ifade ediyor. Acaba öyle bir yer var mı? İnsanların aç ve açık kalmadığı, yarını düşünmediği bir ülke? Sokaklarda, Utrecht’te bir Filistinli gibi 30 yıldır kimliksiz, sefil yaşamadığı bir ülke? Uzun süreden beri Batı, Dünya’nın geri kalan kısmına nazaran bir ütopya gibi gözükmektedir. İnsanlar sürekli Doğu’dan Batıya, Güney’den Kuzeye göç etmektedirler. Peki Batı bir ütopya mı yoksa distopya mı? Ütopya diye Dünya’nın dört bir tarafından sökün eyleyen milyonlarca insan var. BM’lerin mülteciler kurumu UNHCR’e göre, 80 milyona yakın mülteci bulunmaktadır. Yaklaşık 7 milyon Suriyeli ülkesini savaş nedeniyle terk etmek zorunda kalmıştır. Bilinmeyenler de var! Bir de köprü altlarında, parklarda, en modern ve şatafatlı mahallelerinin kuytu ve sessiz mahzenlerinde, tavan aralarında bir güvercin tedirginliği ile uyuyanlar var! Evet kapitalizmin en mutlu ve gelişmiş caddelerinde, evsiz barksız yaşayan, soğukta titreyen canlar var! Sormak lazım: Bu ütopya mı distopya mı?

Filozoflar insanı çeşitli şekillerde tanımlamışlar: Homo economicus, homo philosophicus, homo faber gibi. Belki de ‘homo fugitivus’uda (kaçan insan) ekleselerdi iyi olurdu. Elbette bir insan keyfi için kaçmaz. Yurdunda güvende olmadığı, hayatından, geleceğinden endişe duyduğu için. Savaş koşulları, yoksulluk ve insanlık dışı koşullardan ötürü kaçar. Doğal ya da doğal olmayan sebeplerden ötürü, insanlar bir yerden başka bir yere göç ederler. Daha güvenli bir yurt için, doğdukları yeri terk etmek zorunda kalırlar. İnsan zaten felsefi olarak kaçan, göçen, sürekli farklı alemlere doğru yol alan bir varlık değil mi? Bir bakıma insan Dünya’dan ve yaşadığı gerçeklikten kaçarak kendisine yeni bir metafizik veya sanal bir alem ya da distopya kurmuyor mu? Birçok düşünür insanı fizik öncesi ve ötesini arayan, homo metafysicus olarak, daha farklı bir gerçekliği özleyen, hiçbir yerde olmayan bir ülke tasavvur eden olarak tanımlamıştır. ‘İnsan aşılması gereken bir varlıktır’, demişti Nietzsche? Acaba insanı aşmak mümkün mü?

‘KAÇIŞ’, ‘GÖÇ’ VEYA ‘SÜRGÜN’

Öyle filozoflar var ki tarihte, tüm bir insan varlığını ‘kaçış’, ‘göç’ veya ‘sürgün’ olarak tanımlamışlardır. Dünyayı sürgün hayatı olarak görmüşler. ‘Yalan bir Dünya’ olarak algılamışlar. Mesela İbn-i Sina metaforik olarak risalesinde, kuşların doğudan batıya, tasavvur ettikleri ütopik kuşlar ülkesine ve liderlerine erişme isteklerini izah etmektedir. Bu lider ki, hiçbir vakit erişemeyecekleri bir menzildir. İbn-i Sina felsefesinde sürekli olarak çift metafizik ayrımlar yapar: Yüce ve düşmüş arasında, ışık ve karanlık, varlık ve yokluk gibi. Bir bakıma bu ve öteki dünya, bizim Dünyamız ve ütopik veya ideal bir varoluş projeksiyonu yapmaktadır. Mademki bu Dünya acılarla dolu, daha mükemmel bir dünya mümkündür.

Dinlerin olduğu kadar filozlarında ister ideal isterse gerçek olsun, bir ütopyaları var. Günümüzde sanal ütopyalarda kurulmaktadır. Adem ile Havva’nın işledikleri günahtan ötürü cennetten kovulmaları, bir bakıma insanın gurbete (Garba) sürgün edilmesini ifade eder. İnsan Dünya’da sürgün hayatı yaşar. Tarih boyunca da doğal afetler, iklim değişiklikleri, toplumsal gelişmeler ve olaylar sonunda yurtlarını terk etmişlerdir. Elbette insanların en temel isteklerinin arasında daha güvenli ve güzel bir hayat vardır. Aristoteles’inde ifadesiyle, ‘insanlar doğal olarak mutluluğu (eudaimonia) en yüksek iyi olarak hedeflemektedirler’. ‘Eudaimonia’ kavramı iki bileşenden oluşmuştur. İyi ve Tanrı ya da Türkçeye genellikle ‘şeytan, cin ve ifrit’ diye çevrilmiş. Bir bakıma iyi ve kötü yan yana. Bu durumda bazı insanlar doğuştan şanslılar, bazıları ise şansızdırlar ve şanslarını ararlar. Bu arayış bizim yapımızda ve varlık nedenimizde temel bir hedeftir. Biz halen kaybettiğimiz veyahut kovulduğumuz cennetimizi arzuluyoruz.

MİLYONLARIN RÜYASI

Bugün halen milyonlarca insan çeşitli zorluklar çekerek, mutlu ve güvenli ülkelere doğru göç ediyorlaer. Mülteci konumundaki bu insanlar için zengin ve varlıklı Batı adeta bir ütopya. Umuda çıktıkları bu yolculukta, İbn-i Sina’nın ütopyasına uçan kuşlar gibi, avcıların kurmuş oldukları tuzakların üstünden geçmektedirler. Bu tuzaklara düşenlerde var. Avrupa’nın yaptığı antlaşmalar ve parayla, sınırlarını koruyan ülkeler mevcut. Eğer bu tuzakları atlatıp, adım atabilirse bir ülkeye, o zamanda yasal ve bürokratik engeller var. Güvenli olarak sığındığınız bir ülke, rıhtıma yanaşmadan, sizi sorguluyor. Mültecilerin kaldıkları kamplarda uzun prosedürler başlar. Ütopyanın çetin bir ceviz olduğunu anlarsınız. Hollandacada ‘mutluluk’ kavramı aynı zamanda ‘şans’ demektir. Zorlu yasaları ve sorgulamaları aşsanız da henüz son aşamaya gelmediniz. Geçici oturum, dil sınavları, konut meselesi vs. Konut verildiği zaman, ilk borçlanmanız başlar. Dil ve konut için verilen borçlarla birlikte, ortalama15 bin avro borçla Hollanda topraklarına adım atarsınız. Çünkü sermayenin ütopyasındasınız. Göçmen olarak yürüyeceğiniz uzunca bir yol var daha. İçerde ırkçı partilerin baskılarından dolayı getirilen yasalar sonucu, ‘gurbette’ yaşamak zorlaştı. Sistematik ayrımcılık da cabası. Ütopyaya geldiğini düşünürken insan, distopyada buluyor kendisini.

Bu kadar şanslı olamayanlarda var. Yasal bariyerlere çarpıp, bir türlü geriye dönemeyenler. Arafta kalıp kalmaları da gitmeleri de mümkün olmayanlar en zor durumda olanlardır. Sisteme ‘bilinmeyen bir yere gitti’ diye kayıt düşülenler. Bunlar kayıtsız, tüm prosedürlerde talepleri reddedilmiş, artık Hollanda’da bulunmaları için hiçbir yasal zemin kalmamış kimseler. Kendi imkanları ile terk ülkeyi etmek zorundalar. Birçoğu da terk etmiyor. İster istemez köprü altlarında, parklarda, bir kilisenin köşesinde, tanıdığın yanında veya hayırsever kurumda kalarak, illegal bir hayat sürüyor. Her türlü haktan yoksun olarak. Bu kişilerin sayısı on binlerle ifade ediliyor. Şehrin güvenliği için sorun olmaya başladıkları zamanda, yerel yönetimler sivil itaatsizliği tercih ederek (2015 AİHM kararına istinaden), bu insanlara kalacakları yerler veya haftalık 50 avro harcırah tahsis etmeye başladılar. Bu tür önlemlerde kalıcı olmadığı için, birçok kişi kendi güvenliğinden endişe ettiği için, kurumlara başvurmayabilir. Belediyelerin sayısı artınca, merkezi hükümet tüm bu çalışmaları 8 bölgede toplamaya başladı.

AFGAN PROFESÖRÜN HİKAYESİ

Böyle bir uygulamaya kalıcı bir çözüm olmadığı için, belediye ve sivil toplum kuruluşları eleştirel yaklaşmaktadır. Peki 20 yıl bir ülkede illegal yaşayan bir insan nereye gidebilir? Bu insanların çocukları veya eşleri oturum hakkına sahipken, kendileri sahip olmayabilir. Peki ailesini geride bırakarak, dönmesi mümkün mü? Yüzlerce somut örnek var. Örneğin, Afganistan’da Sovyet müdahalesi öncesinde profesör olarak çalışan birisi, müdahale sonrası gelişmelerden ötürü ailesi ile ülkeyi terk eder. Rusya’dan sonra Hollanda’ya mülteci olarak kaçmak zorunda kalırlar. Eşi ve bir çocuğu başka bir ülkede oturma izni alır. Baba ve diğer çocuklar Hollanda’da kalırlar. Aile bölünür. Babanın oturum hakkı daha sonra geri alınır, Sovyet müdahalesinden bir yıl önce, kısa bir dönem valilik yaptığı için Taliban tarafından savaş suçlusu olarak yargılanır. Bu durum onun göçmenler dairesi tarafından oturum izninin ve tüm haklarının iptali için gerekçe sayılır. Bu kişi 70 yaşına gelmişti. “Şunun şurası iki yılım ya var ya yok, diyordu mahkemeye karşı (2018). Bari ailemi birleştirin, iki yıl birlikte yaşayım.’’ Çünkü çok hastaydı. O kadar açılan davalara rağmen, netice elde edilemedi. Geçen yılın Sonbaharında ömrü vefa etmedi. Son 22 yılını eşinden ve çocuklarından ayrı geçirmek zorunda kaldı. Ne görevini icra edebildi ne de mutlu bir hayat yaşayabildi. Onun ütopyası distopyaya dönüşmüştü. Korkarak, çekinerek, beş kuruşsuz yaşıyordu. Son iki yıldır kaldığı belediye kendisine haftada 50 avro ödenek bağladı. Bir de oda tahsis etti. Bu arada hükümet, Afganistan’ın güvenli olduğunu ve herkesin dönebileceği kararını vermişti. Oysa süren savaşlardan sonra Afganistan diye bir devlet kalmamıştı. Üstelik Taliban bu şahsı arıyordu. Ülkesi güvenlidir diye iade edilen birçok insan, döndüğünde infaz edilmiştir.

Olumlu neticelenen örnekler var mı? 16 yıl boyunca sokaklarda veya kiliselerde yaşayan, geri alacak, hiçbir devlete mensup olmadığı ispatlanan bir şahsa verildi. Bir memurun iyi niyeti ile şans ona güldü. Wilders tayfası mültecileri, ‘mutluluk arayanlar’ diye sıfatlandırıyor, sanki mutluluk sırf ‘beyaz sarı kafalılara’ ait. Bunca çekilenlere rağmen, Odysseia’de, yer altındaki Akhilleus’un ziyarete gelen Odysseus’e: ‘Burada kral olmaktansa, yeryüzünde, bir yoksulun yanında yevmiye için çalışan olmayı yeğlerim’, dedirtircesine, anonim hayat sürenler var. Avrupa’nın etrafına yasalardan ve anlaşmalardan örülü yeni bir demir perde, ‘yeni çağın yeni barbarlarını’, yüzyıllardır ülkeleri sömürgeciler tarafından talan edilmiş kitlelerin, zengin Kuzeybatıya geçmelerini önlemek için adeta Hadrianus duvarı örülmüştür. Avrupa etrafı surlarla çevrili bir Orta-Çağ şehri gibi. Malum denizlerde yaşanılan facialar ortada. Birazda olsa Aylan Kurdi’nin siyaset baronlarının sert yüreklerini yumuşatmasını bekliyorduk. Milyonlarca insan Avrupa’nın çeperine örülen duvarların önünde bekliyor. Ütopyaya kaçış aranan mutluluğu getirmese de. İnsan var olmak ve yaşamak için savaşım veriyor distopyaya rağmen. Elbette başka bir ütopya mümkün, sınırların ve sefalet korkusunun olmadığı, tüm insanların mutlu olduğu. Yaşamak gibi, mutluluk tüm insanların hakkı!