11 Eylül’ün onuncu yıldönümüne birkaç hafta kala, Norveç’te yaşanan katliam inanılması zor bir gerçeği gözler önüne serdi.

11 Eylül’ün onuncu yıldönümüne birkaç hafta kala, Norveç’te yaşanan katliam inanılması zor bir gerçeği gözler önüne serdi. Avrupalılar şimdiye kadar fanatik İslamcıların kendi topraklarında düzenleyebilecekleri saldırılarından ve “uzaklarda” süregelmekte olan savaşlara katılımlarının sonuçlarından endişe duyuyordu. Norveç katliamının siyasi boyutu, bu “dışarıdan gelen tehlike” sabitini alt üst etti (gerçi Londra saldırılarını yapanlar doğma büyüme İngiliz vatandaşıydı ama...). Fanatizm ve köktendincilik artık Müslümanların tekeli olmaktan çıkıyor, Hıristiyan köktendinci bir faşist, üstelik dünyanın en “hoşgörülü” toplumlarının en başında gelen Norveç’te onlarca genci ve insanı soğukkanlılıkla katlediyordu.

Katilin Marx, İslam ve yabancı düşmanlıklarını birleştirerek seçtiği hedef, olayı duyduğum ilk andan beri düşündürüyor. Norveç’teki bir caminin cuma duası sonrası dağılmasını, ya da yabancıların yoğunlaştığı bir bölgede rastgele kıyım yapmayı seçebilirdi. Onun yerine, üstelik iki yıl boyunca planını kurarak çok farklı, hatta beklenmedik bir kurban grubu seçmiş kendine. 12-20 yaş arası iktidardaki İşçi partisinin gençlik kampını hedef alması sadece Norveçlileri değil, tüm Avrupalıları düşündürmeli. Çünkü göçmen karşıtı yabancı düşmanlığı içeren söylemler artık sadece popülist aşırı sağın temsilcilerinin ağzından dökülmüyor. Bakınız Macaristan ve Viktor Orban önderliğindeki sağ iktidarın, 20. yüzyıl başı faşizminin hortladığı izlenimi veren ve yüzde 17’ye varan oy oranıyla 48 vekil çıkartan aşırı sağcı Jobbik partisinin üslubunu kullanarak ülkesindeki Romanları ezerek ilerlemesi. Bakınız aşırı sağ partilerin Norveç, İsveç, Danimarka ve Finlandiya’da son seçimlerde oy oranlarının katlanarak artması. Bakınız Fransa’da iktidar partisi UMP’nin çeşitli temsilcilerinin aşırı sağcı Milli Cephe’nin (Front National) göçmen karşıtı ve aşırı güvenlik yanlısı söylemini çekinmeden uyarlaması... Kaderin oyununa bakınız ki, daha geçen hafta Norveç kökenli Fransız siyasetçi Eva Joly’nin doğduğu ülkedeki ulusal gün töreninine gönderme yaparak, Fransa’da sivil bir 14 Temmuz töreni görme arzusu, aşırı sağ gibi iktidar partisinin Joly’yi “yabancı” niteleyerek, dışlamasıyla sonuçlanmıştı... (bakınız 20 Temmuz köşe yazısı).

Yabancı ve İslam karşıtı söylemler komplekssizce siyasilerin dudaklarından dökülürken, etkilenmeye hazır kafaların bu duruşlardan etkilenmesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan dünyanın en yaşanılabilir ülkelerinin başında gelen, çocukların el üstünde tutulduğu ve geleneksel olarak sosyal-demokrat çizgide çok kültürlülük modelini benimsemiş Norveç’te, 1950 yılından beri aynı adada toplanan sol değerleri taşıyan çocukların katledilmesi. Bu bazı uzmanların kestirmeden “lone wolf-yalnız kurt” teorisine yüklemeye çalıştıkları gibi izole bir delinin işi olarak nitelenemez. Oslo merkezindeki patlamayı da, hem düşman gördüğü sosyalist Başbakanı öldürmek, hem de güvenlik güçlerini oyalamak için planladığını düşünmeden edemiyoruz. Bu denli bir örgütlenme ve seçilen hedef hafife alınamaz.

Hedef, Avrupa’yı ve özellikle İskandinav ülkelerini model olarak belirleyen değerlerin, yani hoşgörü, toplumsal adalet, eşitlik, ulusal zenginliğin etik olarak dağıtılması üzerine kurulu bir sistemin ta kendisi. Hedef, medeniyetler çatışması üzerine kurulu bir düşüncenin ardına sığınarak, günah keçileri yaratmak. Hedef, bebeklerden katil yaratarak birlikte yaşadığımız ötekileri sindirmek. Hedef, son birkaç sol gelenekli modeli yok etmek. En doğru tepkiyi de yine Norveç Başbakanı veriyor. Jens Stoltenberg, güvenliği arttıracak yeni cezai yaptırımlar ve emniyet güçlerinin varlığını acilen arttırmak yerine, “tek cevabımız daha fazla demokrasi, daha fazla açıklık olacaktır” diyerek, bugüne kadar ülkenin direği olan barışçıl ve eşitlikçi kültürün devamını sağlıyor. Fanatizme karşı boyun eğmeden, derin bir demokrasi dersi veriyor.