Anders Behring Breivik adlı bir Norveçli, 22 Temmuz 2011’de başkent Oslo’da devlet binalarının yakınında bir aracın içerisine yerleştirdiği bombaları patlatarak 8 kişiyi öldürdü. Hemen ardından polis kılığına girip Norveç İşçi Partisi’nin gençlik örgütü AUF’nin Ütöya adasında düzenlediği yıllık yaz kampını bastı ve burada tarihin en kanlı eylemlerinden birine imza atarak hemen hepsi genç 69 kişiyi katletti. Katliamdan kurtulanlardan biri olan 18 yaşındaki Emma Martinovic The Guardian’a verdiği röportajda Breivik’in insanları nasıl soğukkanlılıkla ve kahkahalar atarak öldürdüğünü şöyle anlatacaktı: “Arkamızdan gelen ateş sesini, çığlıkları, ateş ederken o piçin attığı kahkahayı ve bize bağırışını duyabiliyorduk: Kaçamayacaksınız!”

Breivik çıkarıldığı mahkemede, sürekli hasta, sapık, psikopat olmadığını ispatlamaya çalıştı. Her duruşmada sağ yumruğunu havaya kaldırıp gülümsüyor ve “Yine olsa yine yaparım” diyordu, katliamı deli olduğu için değil siyasi görüşleri doğrultusunda yaptığını söylüyor ve “Cezai ehliyeti yoktur diye sunulmam beklenen bir şeydi. Ancak ben hasta değilim. Ben muhteşemim. Zaman gelecek, heykelim dikilecek” diye ekliyordu.

Peki Breivik, bu katliamı niye yapmıştı? İnternette yayınladığı manifestosuna ve mahkemede yaptığı savunmaya göre, bir “Tapınak Şövalyesi” olduğunu söyleyen Breivik’in amacı “Avrupa’yı kurtarmak”tı. Peki kimden? “Komünistlerden, kültürel Marksistlerden, Müslüman göçmenlerden, Yahudilerden, feministlerden…” Breivik bu anlamda tipik bir Nazi’dir, çünkü tıpkı Naziler gibi Avrupa’nın kadınsılaşmasından, Yahudileşmesinden, erkekliğin ve erkek değerlerinin tehlike altında olduğundan ve bununla mücadeleden söz etmektedir.

Savunmasına, “Bugün burada Norveç ve Avrupa Anti-Komünist ve Anti-İslam Hareketi’nin, kısa adıyla Norveç ve Avrupa Direniş Hareketi’nin ve Tapınak Şövalyeleri Ağı’nın bir üyesi olarak bulunuyorum” diye başlayan Breivik, “Bugün demokrasi addedilen şey esasen kültürel bir Marksist diktatörlüktür” der ve bu diktatörlüğe karşı savaştığını söyler. ABD’nin Japonya’ya atom bombası atması nasıl ki savaşı daha erken bitirmek için yapılmışsa, kendisi de katliamı bu diktatörlüğün Avrupa’da dökeceği kanı önlemek için yapmıştır. “Eğer Avrupa’daki çokkültürlülük projesini durdurabilirsek yüzbinlerce hatta milyonlarca insanın hayatını kurtarabileceğimize baştan sona inanmış durumdayız” diyen Breivik şöyle devam eder: “Maalesef, Avrupa metropollerinin kan banyosuna döneceği günler yakın. Benim milliyetçi erkek ve kız kardeşlerim galip gelecek ve Mihver Devletleri düştüğünden beri süregelen aşırı sol denetime son verecek.”

Breivik’in bu konuşmasını Alman tiyatro yönetmeni Milo Rau sahneye uyarlar ve tam halini Sascha Ö. Soydan adlı bir Türkiyeli-Almanyalı oyuncu seyirci önünde okur. Rau, Alman halkının % 95’inin bu konuşmada ileri sürülen fikirlere büyük ölçüde katıldığını iddia etmiştir. Çok geçmeden oyuna yasak gelir, Weimar Devlet Tiyatrosu yetkilileri oyunu daha fazla sahnelenemez bulmuştur.

Almanya’da pazar günü yapılan seçimlerin sürprizi, dünyaya Breivik’le neredeyse birebir aynı çerçeveden bakan “Almanya için Alternatif” (AfD) adlı partinin % 13 civarı oyla üçüncülüğü alması ve parlamentoya 94 milletvekili sokması oldu. Her ne kadar ulaşılan oy oranı sürpriz olarak görülse de, Avrupa siyasetinin özellikle uluslararası kapitalizmin 2008’deki krizinden sonra izlediği süreç göz önüne alındığında AfD’nin yükselişinin “normal” olduğu görülebiliyor. Yani Almanya seçim sonuçlarına Erdoğan’ın açıklamalarının ve Türkiye ile ilişkilerin etkisi olmuşsa da, bunun kısmi ve küçük bir etki olduğunu, asıl bakılması gereken yerin ise Avrupa’da, hatta tüm dünyada sağ popülizmin yükselişi olduğunu söyleyebiliyoruz.

Fransa’daki Ulusal Cephe ve lideri Le Pen, Polonya’daki Hukuk ve Adalet Partisi ve lideri Kaczynski, Macaristan’daki Genç Demokratlar ve lideri Orban, Hollanda’daki Özgürlük Partisi ve lideri Wilders, Avusturya’daki Avusturya Özgürlük Partisi ve lideri Strache, İtalya’daki Kuzey Ligi ve lideri Salvini… Avrupa siyaseti son yıllarda bu partilerin/liderlerin yükselişine ve hatta kimi ülkelerde iktidara gelişlerine tanıklık etti, ABD’deki Trump’ı, Rusya’daki Putin’i, Hindistan’daki Modi’yi de katarsak sağ popülizmin gezegen ölçeğindeki yükselişinden söz edebiliriz.

Peki neden, sağ popülizm neden yükseliyor? Bu soruya verilebilecek yanıt en yalın haliyle şu: Sosyalizmin ve sınıf siyasetinin geriye çekildiği, zayıf düştüğü bir konjonktürde, alt sınıflar neo-liberalizmin yoksullaştırıcı politikalarına bilinçsiz bir sınıfsal öfkeyle karşılık veriyorlar ve içinde bulundukları durumun sorumlusu olarak ülkelerine/Avrupa’ya gelen göçmenleri, mültecileri, Hispanikleri ya da Müslümanları görüyorlar. Kapitalizme, küreselleşmeye ve neoliberal politikalara yönelmesi gereken öfke, bu öfkeyi örgütleyebilecek güçlü sol partilerin yokluğunda, tıpkı bir zamanlar Nazi Almanyası’ndaki Yahudilere olduğu gibi, kolaylıkla “yabancı” olarak görülenlere ve onların ülkelerine gelmesine yol açan göçmen politikalarının sahibi “elitler”e yönelebiliyor ve lider kültü, otorite arayışı, güçlü devlet arzusu, güvenlik kaygısı siyasete yön vermeye başlıyor, merkez siyaset zayıflıyor. Bu da tıpkı Almanya’da olduğu gibi sağ popülizmi ve sağ popülist partileri güçlendiriyor. Seçimden hem Merkel’in partisinin hem de Sosyal Demokratlar’ın oy kaybederek çıkmasına mukabil, AfD’nin böylesine yüksek bir oy oranına ulaşması tam da buna işaret ediyor.

Avusturya’da 15 Ekim’de yapılacak seçimler de bu yükseliş dalgasına uygun bir şekilde gerçekleşecek ve Avusturya Özgürlük Partisi ciddi bir başarı kazanacak gibi görünüyor, bunun Almanya seçim sonuçları ile birlikte 2008 krizinin etkilerini hâlâ yaşayan Avrupa’da ciddi etkiler yaratması ise kaçınılmaz. Kapitalizmin kriziyle birlikte yeni bir tür faşizm tüm dünyada yükselirken, bunun karşısında solun ne yapacağı, sol siyasetin geleceğinin ne olacağı ise henüz yanıtlanmamış bir soru olarak karşımızda duruyor.