Tektekçiliğin bir müthiş konforu vardır. Sürekli yeni insanlarla muhabbet edersin. Arada eski arkadaşların da oturur, onlarla derinleşirsin. Geri kalanıyla hoşbeş

Uydursunlar,  yine inanırım

Bir Oğuz abimiz vardı, rakısını sadece maydanoz söğüşle içerdi.

Ben o vakitler servis elemanıydım. Ankara’da, Küçükesat’ta Yaprak Sokak’ta bir mekanda barda ve serviste çalışıyorum.

Oğuz abi adına yakışır şekilde Oğuz Aral’a benzerdi. Tipi de benzerdi, yaşı da aynıydı galiba. Gelirdi, tek rakısını söylerdi. Kazara “peynir ister misin abi?” desen hemen lafı yapıştırırdı: “Piknik mi lan bu peynir ekmek yiyelim?”.
O maydanozla o tek rakıyı yavaş yavaş içerdi. Bütün gece en fazla üç tek atardı. Her bir yudumun hakkını verirdi. Bardağı öyle görkemli bir kaldırışı vardı ki yerçekimi olsam utanır bardağı fazla çekmezdim. O maydanoz söğüşten başka da pek bir şey yemezdi.

Mekan için fazla iktisatlı olsa da muhabbet açısından müthiş, sağlık açısından harikulade bir tarzı vardı. Gelir bara otururdu. Yanına kim gelirse onunla sohbet ederdi.

Tektekçiliğin bir müthiş konforu vardır. Sürekli yeni insanlarla muhabbet edersin. Arada eski arkadaşların da oturur, onlarla derinleşirsin. Geri kalanıyla hoşbeş. Hep yeni insanlarla tanışırsın. Üstelik hep yeni insanlarla tanışıp sanki 40 yıllık arkadaşınmış gibi sohbet edersin. İşte bu tam olarak buralara ait bir durumdur. Buralara yani Akdeniz ülkelerine, kan damlayan Ortadoğu’ya, Farsi topraklara.

Tektekçiler bu yüzden kalender, rind insanlardır. Bu kadar çeşitli insanla bu kadar çeşitli muhabbeti bu kadar sürekli yapabilmek için tahammüllü, hoşgörülü, sabırlı, hesapsız filan olmak, iyi olmak gerekir. Yiğit Bulut’u tektekçi olarak düşünebiliyor musunuz? Bir gecede beş yumruklaşma süratiyle götürürdü muhabbeti muhtemelen.

Oğuz abinin bana tuhaf geler bir huyu vardı. Astrolojiye inanırdı. Kalpten inanırdı. Bu, bir sumo güreşçinin başağrısı için homeopati ilacı alması, incecik bir genç kızın kalın ses çıkarması gibi bir şeydi benim için. Şaşırtıcıydı. Oğuz abi genel olarak Milli Piyango bileti bile almayan birisiydi çünkü.

Bazı şeyler bazı insanların üzerinde durmaz.

Çok tartışırdık. Ben habire “abi Allah aşkına insanların 12’ye ayrıldığına nasıl inanırsın” derdim. O da “insanları ikiye bile ayırabilirsin, iyi ve kötü diye” derdi. Milyonlarca kilometre ötedeki yıldızların içtiğin rakıya nasıl bir etkisi olabilir, derdim, bana kelebek etkisini anlatırdı. Laf yetiştirme konusunda hiç fena değildi yani. Nuh derdi, peygamber demezdi.

Bu arada bir arkadaşımın geçinmek için bir gazeteye günlük astroloji yazıları yazdığını öğrendim. Bunu nasıl yaptığını sordum. Bir yabancı derginin arşivine erişebiliyordu. Gün ay burç gözetmeksizin çeviriyor ve gelişigüzel yayınlıyordu. Maksat yuvarlak cümle bulmak değil mi? Bir süre sonra yuvarlak cümleleri o kadar çoğaldı ki onları değişik kombinasyonlarla ve dergiye başvurmaksızın hergün üretebiliyordu. Hep bu günlük astroloji yazılarını aslında bir bilgisayar programının yazması gerektiğini, onun daha başarılı bir rastgele hali tutturabileceğini ve daha dengeli tutarlı yazılar yazabileceğini söylerdi. Programa binlerce cümle giriyorsunuz, programın tek yaptığı bu cümleleri gelişigüzel karıştırarak paragraflar üretmek oluyor.

Bu arkadaşımın adı tut ki Mahmut olsun. Tut ki Mahmut’u Oğuz Abi de iyi tanıyor bu arada.

Telefon edip söyledim “Abi bak şu gazetedeki yorumlar var ya… Bizim Mahmut yazıyor.” dedim. Meğer titizlikle okurmuş. Tanıdığı birisinin yazmasına nasıl sevindi.

“Alooo” dedim, “Oğuz abi” dedim. “Uydurarak yazıyor” dedim. Oğuz abi sevinmesinden gram prim vermedi. Hergün okuyordu, seviyordu, tanıdığı birisi yazıyordu üstelik ve o tanıdığı birisi uyduruyordu.

“Abi nasıl olur da inanırsın Mahmut’un uydurduklarına?” dediğimde abuk subuk “onun o şekilde uydurmasının bir hikmeti var demek ki” derdi bana.Ne kadar acayip bir durum değil mi? Hiç bir ucundan tutamazsınız. Dünyanın bir ucundaki yıldızların etkilediği Mahmut’un uydurma şekli mi, çevirdiği derginin mürekkebi mi, ne?

İnsanın inanabileceği saçmalığın ucu bucağı sınırı yok. IŞİD’in yaptığı apaçık bir katliam var. Ankara katliamı. Bombacıları aile albümleriyle, boş zamanlarında ne yaptıkları, birbirlerine nasıl sırnaştıkları ve her şeyleriyle beraber ortada. Konunun PKK yahut YPG ile zerre kadar ilgisi olduğuna dair bir emare yok, zaten eşyanın doğasına aykırı da bu durum.

Fakat Gezici’nin anketine memleketin %25’i ancak buna inanıyor. Ne acayip. Öbür 75 ise ya fikirsiz ya saçmalıyor. Örneğin daha fazlası, %28’i PKK yapmıştır diyor.

Bir öfkeli e-posta aldım. Gözünde yaşlarla yazmış belli ki. Diyor ki “Yaralılara gaz sıktılar, onu bile anladım. Devlettir yapar. Ama nasıl olur da 102’miz birden ölürüz de memlekete anlatamayız dert ettim” diyor. Meydandan yaralı kurtulmuş. Kurtulmak denirse diyor. Uzunca yazıştık.

Ona yeni bir şey söyleyemedim elbette. İnanmanın irrasyonel işleyebilen bir müessese olduğunu ve bunu muktedirlerin zevkle manipüle ettiklerini anlatmaya çalıştım. Medeni ABD’de Bush’un baba oğul defalarca seçildiğini anlatmaya çalıştım.

Ezcümle kabahat devletindir. Manipülasyona açık bir medyası, politikası olmasındadır.

İnsanın hiç mi suçu yoktur? E olmaz mı? Bu kadar insan Kürt düşmanı olmasaydı kim inanırdı Ankara katliamını PKK’nın yaptığına?

İktidarın bastırıp dağıttığı matbu kağıtları üste para vererek gazete diye alan yüzbinlerin yaşadığı toplumlarda herşeye inanılır. Uydurukluğu çıksın ortaya yine inanılır. Bakın Sabah Gazetesi de ABD Zaytung’u bir sitenin haberine inanıp 15 gün karanlığa gömüleceğimizi yazdı.