Nazan Öncel Gezi direnişçilerinden yana saf tutan, direniş türküleri çığırmaya, bugün hâlâ hiçliğimize de ‘piçliğimize’ de derman olmaya devam eden, evelemeyen gevelemeyen, hâlâ başını eğmeyen ender isimlerden biri.

Uyursam geçer dedim, geçmedi işte

YASİN DURAK

Sevenleri onu sevme nedenlerini çok iyi bilirler: Nazan Öncel aykırıdır, pek çok şeyi ilk söyleyendir, pek çok şeyi cesurca en başta ortaya dökendir, lakabını en sevdiğimiz şarkısından alır: Sokak Kızı. Nazan Öncel politiktir, burjuva koalisyonların türdeşliğine Aynı Nakarat diye çıkışarak ses getiren, Türkiye’de ilk defa ‘çocuk tacizine’ şarkıyla isyan eden, Sokarım Politikana ile birlikte o malum Demir Leblebi şarkısı da yasaklanan, hatta 28 Şubat döneminde de “başöğretmenim olmadı” diye haykıran ve fakat kimileri gibi paradigma değişince ‘saraya’ koşup bunu ‘satmaya’ kalkmayan, aksine o saraya karşı da Gezi direnişçilerinden yana saf tutan, direniş türküleri çığırmaya devam eden, bugün hâlâ hiçliğimize de ‘piçliğimize’ de derman olmaya devam eden, evelemeyen gevelemeyen, hâlâ başını eğmeyen ender isimlerden biridir o. Şarkılarıyla ‘hikâye anlatıcılığına’ can verendir. Yeri başkadır…

Geçen ay okurlarla buluşan Yarınsız Yarın elbette ki Nazan Öncel’in ilk romanı olması nedeniyle pek çok kişi gibi beni de heyecanlandırdı. Rafa düştüğü gün koşup aldım, es kaza aynı gün okumuş bulundum. İflah olmaz bir fanıyım, malum. Bu cihetle diğer fanlara da peşinen söyleyeyim: Bu yazıda tartıştığımız roman, sanatçının bir biyografisi yahut yaşadıklarının alegorik bir anlatımı değil. Bu roman başlı başına bir kurgu, üstelik aynı anda hem Orhan Pamuk’u hem de Isaac Asimov’u anıştırabilen bir kurgu, gerçekten!

Evvela -göstergebilim düşkünlüğümden mi yoksa yetim büyüdüğümden mi bilmiyorum fakat- eş zamanlı bir okumaya tabi tutulduğunda romanda göze çarpan ilk belirgin şeyin ‘babalık’ olduğu dikkatimi çekti. Öyle ki uzunca yaşayıp da iyi hatırlanan bir baba yok romanda. -Varsa da ‘babalığı’ ile anılmıyor.- Yani kaba bir lafazanlıkla alt metnin ‘en iyi baba ölü babadır’ olduğu dahi söylenebilirdi belki. Fakat buna karşıt konumlandırılmış, öyle yerli yersiz kutsanmış bir ‘analık’ da bulunmuyor. Sürpriz bozan olmasın ancak, romandaki en ‘anaç’ karakterin dahi çoktan evladını kaybetmiş bir anne olduğunu tahlil edebiliyorsunuz okurken. Yine de analık durumunun babalığa nispeten daha muğlak olduğu söylenebilir. Yahut ortalıkta koşuştururken analar için varoluşa kambur olan o çocuklar uykuya daldığında başlıyordur analık belki de bilemiyoruz, hissettirilmiyor. Emin olduğumuz yegâne şey ‘kutsal aile’ ideolojisinin zaten ölü doğduğu, yani realitede ‘paramparça’ olduğu ya da ailenin idealize edilebilmek için aynı zamanda parçalanmış olması gerektiği. Dar alanda açıklamak çok zor ancak, romanı okurken bir kere daha hissediyoruz: kusursuz aile olmak iddiası (hadi ‘çoğunlukla’ diyelim) ideolojiktir!

Parçalanmış aile çocukları iyi bilirler: Türkiye toplumunun en saçma varsayımları çocukken karşılaşılan kimi şablon sorularda sabitlenmiş gibidir. Misal “baban ne iş yapıyor?” Misal “büyüyünce ne olacaksın?” Misal “anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?” Bilin ki bu roman da böyle sorularla başa kaktığımız milyon tane çocukluktan biriyle; ölmüş babasına yorgan olabilmek için büyüyünce bulut olmayı hayal eden Umut’un çocukluğuyla başlıyor işte. Hülasa kendini ayırt etmek, en felsefi anlamıyla varoluş, -hatta ‘ötekini’ arzulayabilecek ölçüde- benliğinin farkına varabilmek, romanda da ‘açın aman bilmezliğiyle çocuğun zaman bilmezliğinin’ buluştuğu o yerde başlatılmış zaten:

“Onun ayıp dediği şey benim çocukluğumun doğasıydı. Bana göre ayıbı kendisi icat ediyordu, kanunlar değil. Karnım acıktı demiştim, nesi ayıptı ki bunun?”

Romanı daha da kıymetli kılan şeylerden biri ise Nâzım usulü bir politik betimleme. Yani olaylar anlatılırken yahut mekân tasvir edilirken yerin ve zamanın muhalif politika çerçevesinden adlandırılarak betimlenmesi. Öyle ki uzak geçmiş anlatılırken ‘mübadele’, dün anlatılırken -kalkınma ideolojisi eleştirisine münhasır- ‘hızlı tren’, henüz anlatılırken ‘Covid-19 salgını’, uzak yarınlar anlatırken de ‘zehirli gazları çocukların üstüne sıkan TOMA’ların hava versiyonu zeplinler’ nakşedilmiş metne. Örneğin:

“Gördüğümüz her şeye aşinaydık ama bir takım tuhaf, sarıklı adamlar yüzünden İstiklal’in de çehresi değişmişti. Kafelerin pencerelerine perdeler çekileli, önündeki sandalyeler kalkalı on yıllar oluyordu.”

Üstelik politik vurgular salt betimleme için de kullanılmıyor. Güvencesizlik, iş cinayetleri, ekolojik tahribat, teknik tahakküm, hayvan hakları, çocuk gelinler, hegemonik erkeklik ve dahi homofobi gibi olgular romanın olay örgüsünde yer bulan diğer unsurlar.

Elbette ki aşk da var, hatta her şeyin nirengi noktası gibi, lakin öyle ‘steril’ ya da ‘klişe’ kalıplarla yaşanan bir şey değil, artzamanlı okunduğunda bu çeşit olanını Kunduram, Sandukam, Zembilim şarkısı özetler belki, eşzamanlı okunduğunda ise “aşk bir bütün, bütünü ayıramazsın / yaşanmış yaşanmıştır, bir suçlu arayamazsın” dizeleri. Belki o güzelim şarkılarla ilgisi bile yoktur. Nazan Öncel okuyorsunuz yahu, vicdanınızın yakasına yapışır böyle, onu azaba sürükleyip esas orada sorguya çeker işte. Hele ki yaşamınızda ucundan kıyısından bir tekabülü varsa, vay halinize.

Bu yüzden itiraf etmeliyim ki o malum sayfayı okuduğumda kitabı yakmak istedim. Vapura atlayıp Burgaz Ada’ya gitmek, o iki karakter sahiden de yaşıyor mu diye soruşturmak istedim. Cebimde bir atlı patlar olacaktı. Soru sormayacaktım, “niye ulan” demeyecektim, sadece ateş edecektim. Ama sonra kitabın sonunu alma merakım cinayet işleme hevesimi bastırdığından tekrar okumaya koyuldum: Zira arzularına kapılıp da korkuyla kaçındığın o kötü kaderi kendi ellerinle yaratmaktı mesele. Slavoj Žižek bunun ‘şeytani’ potansiyelini çoktan bizim jenerasyonun yüzüne vurmuştu bir kere: aşk hakkında konuşurken o kadar çok ‘bencilliğimizi’ hatırlatmıştı ki biz arzuladığımızı bir ‘kişi’ değil de bir ‘şey’, bir varoluş değil de bir ‘nesne’ bellemek gafletinden kendimizi sakınmak için özel bir çaba sarf etmeye başlamıştık. Ama romanda bunun da bir adım ötesi tartışılmış sanki: arzularına kapılıp da korkuyla kaçındığın o kötü kaderi yaşamak, fakat çok daha beterini de bu sefer arzuladığın o ‘kişiye’ yaşatmaktı söz konusu olan. Üstelik o denli güçlü bir çelişkiydi ki bu, kendini dondurmak, yüzyıl sonra uyanmak filan istersin, ‘gidip de gebermek’ istersin…

Tüm bunlarla beraber, eleştirilecek şeyler de -aranırsa- bulunur elbet: Örneğin son kısımlara doğru aşikâr bir ‘kırpma’ var metinde. Bütünlüğü ya da heyecanı aksatmasa da çoğu okurun gözüne ilişebilir. Eğer makas rasgele vurulsaydı bu bir ‘göz kırpma’ gibi algılanır ve açık uçlu bir yorumsama telaşesi yaratabilirdi okurlarda. Ancak -yerine tercih edildiği üzere- düğümün hızlıca çözülerek olay örgüsünün alelacele aydınlatılmasının, maalesef anlatımda da bir çeşit ‘büyü bozumuna’ yol açmış olduğu söylenebilir. (Romanı bir an önce bitirmesi için yazarı acele ettirenler olduysa eğer, bu sebepten bazı okurların ahını aldıklarını da bilsinler). Çünkü ansızın olay dizin baskın çıkmış, anlatıcı olan karakter de bu yüzden bir çeşit tanığa dönüşmüş gibi. En üzücü olanı ise aynı ‘kırpmanın’ ardından, öncesinde anlatımı fevkalade kılan o politik zamanlandırmanın yitirilerek yerini kronolojik tarihlendirmeye bırakmış olması.

Ezcümle benim göremediğim başka şeyler varsa da gözlüklerini kemirerek konuşmayı pek seven o edebiyat eleştirmenlerinin didaktik iştahını kabartabilir tabi ki. Lakin yazarın asli mecrasının roman değil de şarkı sözü ve müzik olduğu katiyen unutulmamalıdır. Kaldı ki o kadar kusur kadı kızında da olur, sokak kızında neden olmasın? Okurlar ise müsterih olsunlar, tek solukta biten bu akıcı romandan keyif almak için asla Nazan Öncel ‘fanı’ olmaya gerek yok. Okuyun bir an önce, üzüntünüzü derecelendirmeyi unutmadan.