Havalar ısındıkça, hafiflemek istiyor insan, ama gündem hiç de hafiflemeye müsait değil. Özellikle sınırda mülteciler beklerken, kaçak saray kendi kendine yıkılıp yerine kocaman bir orman bitiverse ne olur? Kırmızı çizgilerden ibaret siyasi partiler, en muhteşem koalisyonu kursa, ya da iktidarın arzu ettiği gibi halk belirsizliklerden bunalıp istikrar görünümlü dehşet dolu bir başka istikrarsızlığın tuzağına düşse... Her şey daha beter olur elbette; tırlarla, uçaklarla kaçırılan silahların gölgesinde mülteciler çoğaldıkça çoğalır, sınırlar açlık ve acıyla görünmezleşir. Kurt Vonnegut’un bugünlerde April Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanan “Şampiyonların Kahvaltısı” adlı romanında yazdığı gibi dünyada insanların çoğu robot belki de, robot olduklarının farkında olmayan programlanmış robotlar. Belki de romandaki Trout haklı, “Fikirler yahut yoklukları hastalığa yol açabilir!” diye bağırırken. Dünyayı hastalandıran fikirler yahut yoklukları; insanları robotlaşmaya zorlayan, sonra da o robotları bozup kısa devre yaptıran.

İçinde bulunduğumuz zamanda, küçücük bir bilgi kırıntısı bütün dünyayı hızla dolaşabiliyorken, insanların fikirlerinin bu kadar yavaş değişiyor olması, hele ki toplumların her tür değişime filtre uygulayan yapısıdır belki de dünyayı ateşlendirip hastalandıran. Gezi’nin etkisi, tıpkı uyuyan şu virüslere benziyor, bünyeye ilk girdiğinde canlandırmış, sonra da uykuya yatınca bitti sanmıştı birileri. İçine girdiği bünyeyi yavaş yavaş değiştirdiği, daha da değiştireceğini gördükçe, Trout’a hak vermeden edemiyor insan. Metis’ten çıkan Jay Walljasper’ın “Müştereklerimiz –Paylaştığımız Her Şey”de de böyle bir iyileştirici virüsten bahsediliyor. Dünyayı hastalandıran şeyin tespitini yapıyor önce Walljasper; “müşterekler” olarak tanımladığı, temiz su, yaban hayat, radyo dalgaları, internet, sanatsal gelenekler, kamu sağlığı hizmetleri, parklar, bahçeler, yani kısacası gökyüzü ya da deniz gibi gerçekte kimseye ait olmaması gereken, ortak bir hayat kurmamızın alanı ve amacı olan her şeye, açgözlü birilerinin şahsi amaçlar için el koymasının yaşadığımız gezegeni nasıl büyük bir felaketin eşiğine getirdiğinden... Arendt, Walljasper’ın “müştereklerimiz” dediği şeyi, “ortak dünyamız” olarak tanımlamıştı; küreselleşmenin insanları dünyasızlaştırılmasıyla bir tüketim nesnesine dönüştürülen gezegenimize sahip çıkacak tek şeyin de “dünya sevgisi” olduğunun altını çizerek. Suriyeli mültecilerin sınırda aç susuz beklemesi, “ortak dünya”nın yokluğunun ispatı. “Ortak dünya”nın yokluğu, herkesin birer mülteci, dünyanın da devasa bir toplama kampına dönüşmesiyle sonuçlanacak.

Arendt, toplama kamplarında insanların iyiyi kötüden ayırt etme yetilerini kaybetmelerinin hedeflendiğini yazmıştı. Sorumlulukları, hayatta kalmak için kampın koşullarına uyum sağlamaktan ibaretti ve böylelikle diğer insanlarla ortaklık duygusunu kaybedip kendilerini köksüz ve amaçsız hissedecekler, derin bir yalnızlığın içine gömülüp totaliter yönetimlerden medet umacaklardı. Günümüz insanının yaşadığı çelişkileri özetleyen bir tarif. Walljasper’ın bahsettiği ve Gezi’de ete kemiğe bürünen “müştereklerimiz”in yağmalanmasına karşı çıkmak ve “ortak dünyamız” için siyaset yapmak, bizi bekleyen bu feci sonu engellemenin tek çaresi. Yoksa, derin bir yalnızlık ve çaresizlik duyguları içinde, köksüz ve amaçsız hayaletlere ya da programlanmış robotlara dönüşeceğiz.

Hafiflemek için gelmiştim balıkçılar kahvesine, Tomris Uyar’ın YKY’den çıkan çıkan öykü kitabı “Güzel Yazı Defteri”ni de almıştım yanıma. Tomris Uyar’ın öyküsünde hayal ettiği şeyi düşünüyordum, oturduğum masanın “kıyıyla bütün bağlantılarını koparıp engine doğru yol” alan bir tekneye dönüştüğünü... Bu hayale kendimi kaptırmışken, karşımdaki masaya, tıpkı öyküde tarif edildiği gibi bir kadın oturunca irkildim. Öyküde yazdığı gibi genelde kadınlar gelmezdi buraya, bir de heybesinden kitap çıkarınca... “Ben Kenan değilim” diyecek oldum kadına. Belki de kitabı okumuş biri olacak ve “Ben de Güzin değilim, öyküdeki gibi benzetmiş olabilirsin” diyecekti, kim bilir. Yaşadığım büyüyü bozmamak için bir şey söylemedim, Osman Abi’den çay isteyişi bile benziyordu çünkü. Turgut Uyar’ın yazdığı gibi “uzak görüşlülüğüne inanıp suların” birbirimize nehirleri anlatarak umutlanabileceğimizi düşünsem de, bazı ihtimallerin ihtimal olarak kalması iyidir deyip masadan kalkıyordum ki, kadın okuduğu kitaptan başını kaldırıp bana bir şey söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçip kitabına döndü hemen, yüzü kızarmıştı biraz. Belki de “Adınız Kenan olabilir mi?” diyecekti... Kurduğumuz hayaller, birbirine benzeyemez miydi? Oturduğu masa, kıyıdan açılmaya hazırlanıyordu... Batmamak için biraz hafiflemeli...