Sıcaktan uyuyamayıp kendimi dışarı atıyorum. Kafamda deli sorular yok bu defa. Bütün sorular, sıcaktan buharlaşmış olmalı. Birazcık rüzgâr esse... Yaşar Kemal’in dediği gibi, “Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki, karıncalar su içerdi. Azıcık sallansa deniz, alır götürürdü karıncayı.” Romanına isim olan “Karıncaların Su İçtiği”, Şileli balıkçıların bir deyimiymiş. Romanda Nişancı’yı uyku tutmuyordu, şimdi benim yaptığım gibi iskeleye iniyor, “gözlerini karanlık denizin ötelerine dikiyor”du, deniz çırılçıplaktı.

Ben neden böyle romanlarda, filmlerde yaşar oldum. Gerçeklikten kaçmak mı arzum? Sanmıyorum. Hani kafamdaki deli sorular buharlaşmıştı? Romanda Nişancı denize bakarken, “uykusuz, gergin, hiç düşünmediği kadar çok deniz, çok kayalık, çok savaş, çok insan, çok ölüm düşünüyor.” Ben ne düşünüyorum? Nişancı kadar umutsuz değilim. O çocuklara bakarken bile ölülere bakarmış gibi hissediyordu, savaş çıkartanlara lanetler okuyordu. Foucault’nun Hyperion’la ilgili bir yazısında vardı, ölümün yazgısallığını, insanların kardeşliğinin yazılı olmayan yasası olarak açıklıyordu. Anlaşılır mı bir gün bu yasa? Yaşar Kemal, savaşların olmadığı bir dünya umudundan hiç vazgeçmemişti. Belki de en çok bunu anlatmaya çalıştı.

Denizden bu yana küçük bir rüzgârın yaklaştığını hissediyorum, sadece bir his. Yaşar Kemal, romanda bir dengbejden bahsediyordu, bütün dünyayı Cizre’ye getiren, “Cizre insanları bu ulu dengbejden sonra artık başka insanlardı. En azından daha mutlulardı” diye yazdığı... Mutlu olmak, hikâye dinleyerek daha mutlu olmak… Bazen okuduğum, dinlediğim, seyrettiğim hikâyelerin beni daha mutsuz yaptığını düşünürüm; ama bu bir yanılgı. Hikâyeler olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.

Yaşar Kemal, dengbejin anlattığı Faki adlı gencin hikâyesindeki bir kuştan bahsediyordu romanda, sesini yalnız ermişlerin duyduğu, görenin ölümsüz olduğu bir kuş. O kuşun sesini önce Lokman Hekim duymuş ve düşmüş peşine. Nasıl da insanın hayal gücünü kışkırtıyor. Ölümsüzlük arzusunun baştançıkarıcılığı… Lokman Hekim’in ölümsüzlük otuna kavuşunca uyumasına ne demeli, kara yılanın otu ondan çalmasına. Faki, Lokman Hekim’in çaldırdığı ölümsüzlük otunun peşine düşer ve başına türlü işler gelir, bütün Mezopotamya’yı baştan sona gezerken. Faki de tıpkı Lokman Hekim gibi ölümsüzlüğe kavuşur kavuşmaz yorgun düşüp uykuya dalar. Ölümsüzlük arayışının kendisi ölümsüzlüğe dönüşür, kavuşulan anda kaybedilen… Sonra romanın bir başka yerinde pınarda su olarak belirir ölümsüzlük ve böyle devam eder.

Denizden gelen o küçük rüzgâr sonunda sarıp sarmalıyor beni, azıcık bir serinlik uykumu getiriyor hemen; ama Lokman Hekim’i ve Faki’yi düşünüp uyumuyorum, belki de ölümsüzlük bu defa rüzgâr olarak gelmiştir.

Yaşar Kemal, dengbeji dinleyenlerin neden daha mutlu olduklarını, Alain Bosquet ile yaptığı o uzun söyleşide açıklar, “gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir” sözüyle. Bosquet, Avrupa’nın gizemi ve düş gücünü kaybettiğini düşünmektedir. Yaşar Kemal, bunun geçici bir kuraklık olduğunu söylese de, hastalıkların artışı içten içe bir yıkımın da habercisi sanki.

Bir parça rüzgârı yanıma alıp kulübeme uyumak için dönerken, bir kuş sesi de peşimden geliyor. Hikâyeler bir kere içeri sızınca devam eder. Nişancı’nın “benim yurdum denizim” deyişini hatırlıyorum sonra. Hikâyeler, hayata devam etme sabrı ve inancını aşıladığı için belki de, daha mutlu yapar insanı.