Dünyaya uzaktan bakmak, bir ihtiyaç. Balıkçılar kahvesi de ilkgençlik yıllarımdan bu yana nedense dünyaya en uzak yerlerden biriymiş gibi gelir bana. Sırtını şehre dönmesinden, dalgakıranların arasına saklanmasından ya da kara insanlarının uğrak yeri olmamasından mı kaynaklı bilmiyorum. Geçenlerde izlediğim Peter Flinth'in 'Against the Ice' filmindeki o kulübeye benziyor, sanki Grönland'daymış gibi, hazır kar da yağmışken. O filmde üzerine düşündüğüm bir şeylere inanma ihtiyacı meselesiyle karşılaşmak iyi gelmişti. Bir şeylere inanma ihtiyacı, hakikat sonrası çağın en önemli sorunlarından olsa gerek.


Peki ama neden böyle bir ihtiyaç var? Tuhaf tuhaf kült tarikatlara, halkları yok oluşa sürükleyen liderlere, bilime, sanata, şuna buna inanma ihtiyacı nereden geliyor? Bu ihtiyacı bebeklik dönemine kadar götürmek mümkün. İnanmak zihni daralttığı için dünyanın bu endişe verici büyüklüğüyle baş etmeyi kolaylaştığı için mi önemli? Büyük anlatılarım çökmesi ve neoliberalizmim sinsice ele geçirdiği ruhları izole edip yalnızlaştırmasıyla inanmak hem daha büyük bir ihtiyaç, hem de ulaşılması zor bir amaç haline geldi. Tıpkı dinlerin insanlara kendi benliklerini terk edip örnek gösterdikleri azizler, ermişler gibi yaşamalarını ve bu sayede mutluluğa ve huzura kavuşacaklarını vaaz etmeleri gibi, tüketim toplumunda da ünlülerin hayatlarını örnek gösterip Elon Musk gibi ol gibisinden bir özendirme yapılmıyor mu? Özdeşleşme dünyaya geldiğimiz andan itibaren temel bir ihtiyaç. Anne babayla kurulan özdeşleşmeler, bazen sapkınca da olsa çözüm üretebiliyor. Büyüdükçe diğer insanlarla bağ kurup onlar gibi olmaya çalışıyoruz. Hem başkalarına benzemek, hem de biricik olma ihtiyacı arasındaki o gerilim içinde kendi benliğimizi oluşturuyoruz. Kaygı arttıkça, benlik kolayca değiştirilen bir kostüm ya da kurtulunması gereken bir yük gibi algılanabiliyor. Ama benlik öyle kolayca kurtulanacak bir şey değil ki, gerçekliği inkâr etmenin bedeli çoğu zaman ağır olabiliyor. Hitler'e inanan halkın sonu felaket olmuştu. Bir falcıya ya da bir dolandırıcıya inanıp servetini yitirenler, kuyrukluyıldız geçerken kült bir tarikat liderinin peşinden canına kıyanlar…
Winnicott, inanmak ya da inanmamak yerine sürprizlere açık olmayı ömermişti, oyum oynarken de öyle değil midir? Winnicott, inanmayı teşvik eder, ama esnek bir biçimde, zihni daraltmadan, nereye kadar gidiyorsa oraya kadar götüren bir inanma hali…Çünkü hiçbir şeye inanmamak da zihni daraltır, boşluğu büyütür, her şeyi anlamsızlaştırır.

İnanmanın bir başka ve belki arka plandaki asıl gücü, başkalarının bize inanıp inanmamasıyla ilgilidir. Sosyal medyada görünme arzusu, var olduğumuzu ne kadar çok kişi görür ve onaylarsa, yani inanırsa, o kadar çok var oluruz, ama gösterdiğimiz personamız ne kadar gerçekse... Flinth'in 'Against the Ice' filminde, kutuplarda çıktıkları bir keşif gezisinde kaynolan be bir gözlem kulübesine sığınıp yıllarca bulunmayı bekleyen o iki denizcinin hikâyesinde olduğu gibi. Kaptan, kendi içine çekilip azar azar deliliğin sınırına doğru yaklaşan bir dağılma yaşamıştı. Eğer yanında tayfasından o denizci olmasaydı, aklını yitirmesi kaçınılmazdı. Yine bir ilişki sayesinde, onun gerçek varlığını görüp onaylayan bir başkası sayesinde gerçekliğe dönebilmişti.

Yeni bir dünya savaşının eşiğindeyken -kimilerine göre çoktan çıktı- bütün bu sorunların temelinde yatan inançları ve inançsızlıkları sorgulayarak çıkış yolu bulunabilir ancak. Zihnimizi daraltan bütün bu özdeşlikler, kimlikler, birbirine dolanarak kördüğüme dönüştükçe dünyanın savaşları bitecek gibi görünmüyor.