Başımıza ay ışığı vuruyor, sersemlemişiz denizin ortasında. Güneşten şapka takarak, gözlük takarak korunabilirsin; ama ay ışığı öyle değil. Teknede yalnızız, hatta koca denizde… Üşümesini sabırsızlıkla bekliyormuşum gibi, “Üşüdüm” demesiyle sarılıyorum. “Balıklarla ilgili bir şey anlat” diyor. ‘Arizona Dream’ filmindeki “balıklar düşünmez, çünkü her şeyi bilir” sözünü söylüyorum. “Herkesin bildiği bir şey” deyince, o sözün Platonov’un ‘Çevengur’ romanında da geçtiğinden bahsediyorum. “Bunu da duymuştum” diyerek dalga geçer gibi gülüyor. Mutevolu balıkçı, Zahar Pavloviç’e şöyle diyordu: “Bak akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez, o her şeyi zaten bilir.” Romandan o kısmı ezbere söylememden etkilendiğini belli etmemeye çalışıyor, ama faydasız. “Aslında balıklarla ilgili o söz, Budizm’den gelme, balık kutsal onlar için” diyorum. “Peki balıklar her şeyi bilir mi?” diyerek soruyu bana yöneltiyor bu defa. “İnsanlar dışında bütün canlılar ve cansızlar her şeyi bilirler” diyorum. Gülüyor ama dikkatlice de bakıyor yüzüme.

Dalga çıkıyor o sırada, ay ışığı kesiliyor, kara bulutlar hızla kapatıyor yıldızları. Karaya doğru tekneyi sürerken motor arızalanıyor. Kala kalıyoruz denizin ortasında, dalgalar tekneyi ceviz kabuğu gibi sallarken. Sonra birden güçlü bir yağmur başlıyor. “Biri Hızır’ın keçisini kesti galiba” diyorum, “Yaşar Kemal’in ‘Karıncaların Su İçtiği’ romanında vardı, gemiciler kayalıklarda Hazreti Hızır’ın başı boş dolaşan keçilerinden birisini yakalayıp kesince korkunç bir fırtına çıkıyordu.” “Sen hep böyle romanlarda mı yaşarsın?” diye soruyor. “Bilmem, edebiyat olmasaydı burada olmazdım.” “Nerede olurdun?” “Mış gibi yaşayacağım herhangi bir yerde” diyorum. Beni yakalamış olmanın sevinciyle Emile Ajar’ın romanının adını haykırıyor: “Yalan Roman!”

Küreklere asılmak fayda etmiyor, dalgalar sürüklüyor tekneyi. Ne tuhaf, gerçekte ölümle burun burunayken bile eğlenebiliyoruz, birbirimizle dalga geçerek… Fırtınaya teknede tek başımızayken yakalansaydık durum farklı olabilirdi, korkudan ne yapacağımızı bilemeyebilirdik. Macit Amca’yı arayıp durumu anlatıyorum. Tonoz atmamı söylüyor. Kıyıdan uzak olmamız daha güvenliymiş. Bir de bir bezi yağa batırıp denize sarkıtmamı istiyor, çırpıntıyı azaltırmış. “Biliyor musun” diyorum, “fırtınadan kurtulursak bu bizi değiştirecek. Yaşam biraz daha rüyaymış gibi görünecek.” “Daha ne kadar değişebiliriz ki, bu ülkede her şey bir fırtınanın ortasında çaresizce yaşamaya benzemiyor mu?” Améry’nin ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde’ kitabındaki, korku ve öfke arasındaki gerilim alanında insanca yaşanabilir mi sorusu geliyor aklıma. Yaşanır diyordu Améry, bütün bu yaşananlar, derin ve yüce faraziyelerden kurtulmamızı sağlayıp gerçekliği anlama konusunda daha donanımlı kılıyorsa bizi.

Yağmur ve fırtına, diniyor birden. Bulutlar yeniden yıldızlara bırakıyor gökyüzünü. Kürekler bu defa işe yarıyor, uzaktan görünüyor kara. Fırtına biraz daha şiddetli ya da uzun sürseydi…

‘Çevengur’da Platonov, Pavloviç için “böyle kendiliğinden kabuk bağlayan bir yaşam gücü yoktu” diye yazmıştı, ihtiyarlamış olsa da çocukluğundaki kadar ölüm karşısında hassas ve çıplak olduğunu… Kabuk bağlayan yaşam gücünden yoksun oluşunu da, Pavloviç’in yaşama boyun eğmesiyle, her şeyin kökten değişeceğine dair ümidini yitirmiş olmasıyla açıklıyordu. Pavloviç, kitap okuyan Saşa’yı izlerken ona şöyle demek geliyordu içinden: “Yorma kendini kitapla, orada ciddi bir şey yazıyor olsaydı insanlar çoktan birbirleriyle kucaklaşmış olurlardı.” Hâlbuki, Platonov’un kitapları bile başlı başına yeterli, insanların kucaklaşması için. Güldürüyor onu bu sözüm, özellikle kucaklaşma kısmı. “Belki de” diyor, “Pavloviç’in asıl sorunu, her şeyi fazla ciddiye almasıydı.” Belki de… Yaklaştıkça uzaklaşıyor sanki kıyı…