Üzerine düşler kurmak için bir öpücük

SEMİHA DURAK

“Öptü beni” dedi fısıldar gibi, kısık bir sesle. Gözlerini dikmiş tavana bakıyordu. Yatağında uzanmış, kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş. Ölü gibi hareketsiz. Ama yüzü hiç olmadığı kadar aydınlık. Gözleri hiç olmadığı kadar canlı bakıyor.

Başını yanındaki yatakta uzanmış ve onu dinlemekte olan ablasına çevirdi. “Nasıldı o şarkı?” diye sordu. “Eskilerden hani, şöyle bir şeydi Türkçesi; üzerine düşler kurmak için bir öpücük. Mırıldanmaya çalıştı, beceremedi.

“Bilmem, çıkaramadım” dedi ablası. “Kim söylüyor?”

“Siyah bir adam var ya, hani şu meşhur jazzcı.”

“Armstrong?”

“Evet, sanırım. Dur bulayım Spotify’dan.”

Leyla karnının üzerinde duran telefonu eline aldı ve başparmaklarıyla şarkıyı ararken “İşte o şarkı çalıyordu, barda beni öperken dedi. Bunu söylerken dudaklarına yerleşen gülümseme yüzünü daha da aydınlatmıştı

.“Bu işte, buldum!” diye sevindi. “A kiss to build a dream on” dedi sessizce.

Telefonun içinden çıkıp yükselen piyano sesi önce tüm odayı şöyle bir turladı. Sonra aniden odanın tam ortasında, avizenin altında smokiniyle beliren Louis Armstrong’un sesiyle Leyla kendinden, kendi içinden uçup gitti. Sanki ruhu artık orada, o odada değildi. Trompet solosu başladığında, Leyla pencere aralığından süzülüp gecenin karanlığında çoktan kaybolup gitmişti.

Müziğin peşinden perdesiz pencerelerin önünden uçup geçti. Bin bir çeşit insan, bin bir çeşit hikâye vardı her pencerenin içinde. Başka başka dünyalar, acılar, gözyaşları, sevinçler, tutkular… Aynı anda kaç milyon kadın sarılıyordu şimdi sevgilisine, kaçı ağlıyor, kaçı düşüyor, kaçı ölüyordu? Kaçı sihirli bir öpücüğün ardından uçuyordu tıpkı böyle, Leyla gibi göklerde?

“Heaven” ismindeki barın ahşap taburesine bir tüy hafifliğinde konuverdi sonra Leyla. Barmen ona birasını uzatana kadar bir tekrarın içinde olduğunu anlamamıştı ve kim bilir kaçıncı tekrardı bu. Yıllardır beklediği an gerçekleşmiş, sonra hayat tam da orada, o anda sıkışıp kalmıştı. Kusursuz bir çerçevede, mutlak bir anın içinde. Bu bar taburesine kaçıncı kez oturuyor, barmen ona aynı birayı kaçıncı kez uzatıyordu? Sürekli o mutlak anın tekrarını yaşıyor gibiydi sanki.

Birazdan Leyla’nın yanağına dökülen saça dokunacaktı Selim. Dokundu. Parmaklarının yumuşacık hareketiyle kulağının arkasına doğru çekecekti sonra usulca saçları. Çekti. Bütün bunlar düşler kurduran o öpücüğün hazırlığıydı işte. Öpüşmenin kendisinden bile güzel olan, o andı belki de. İkisi de bilirlerken öpüşeceklerini... Dudakların birbirine yaklaşan hayalinin ağırlığı çekerken dudakları birbirine… Bir de öpüşmenin hemen sonrasındaki o bakışma anını kazımıştı aklına Leyla. Yarım açılmış gözlerle, yarı baygın. Öpüşmenin kendisini hatırlamıyordu ama tuhaf. Dönüp dönüp hatırladığı hiçbir tekrarda yoktu hikâyede aslolan. Sanki buhar olup uçmuş gitmişti o an.

“Kalbim” diyecekti Leyla. Selim’in elini alıp tam kalbinin üzerine koyacaktı. “Bak nasıl atıyor.” Leyla’nın kalbine dokunurken göğüslerini hayal edecekti Selim. Gözbebekleri büyüyecekti, kendiliğinden. “Dört nala koşarmış gibi kalbin” diyecekti Leyla’ya, gülümseyerek. Armstrong’un fonda kaybolan sesi yeniden duyulacaktı kulaklarında sonra. Bu kez biraz ciddileşen ifadelerle bakacaklardı birbirlerine. Hayat girecekti bu kez, bütün ağırlığıyla aralarındaki boşluk duvarına.

“Zaman” diyecekti Selim, “ruhlarımızı ayıran mesafe, zamandan başka bir şey değil. Hep yanlış zamanda çıkıyorsun karşıma.”

“Mekân” diyecekti Leyla. “Bizi ayıran koskoca bir nehir var aramızda.”

Selim’le beraber bardan çıkıp taksi durağının önünde vedalaştıklarında o ahşap taburenin üzerindeki anda, o şarkının içinde mühürlenip kalacaktı tarihin en haklı öpücüğü.

“Belki” diyecekti Selim, “beş yıl sonra yine burada, ne dersin Leyla?”

“Neden beş yıl?” diye sormayacaktı Leyla. “Belki” diyecekti, gülümseyerek. “Beş yıl sonra yine burada.”