Evin içinde az eşya çok mutluluk felsefesi. Yerler boydan boya minder, ortada kıl keçe sergi halı. Ve karşımda, duvarda öylece gelin gibi süslenip asılmış üzerlik tohumundan kolye

Üzerlik

İLKER EKİCİ

Yağmurun kokusu, kireç taşı binalarda acımtırak bir tat bırakıyordu.

Şehrin sesten azade birkaç mevkisi vardı. Biri tepe, biri yokuş, biri çukur. Eskiden bu yokuş yolun sonunda sigara yakar, yürüyüp geldiğim tarafa bakardım. Şimdi sigarayı bıraktım, hayat rutine bindi. Erkenden uyanıp, kadın programları izliyorum. Annem haberleri açıyor, sesine uyanıyordum. Artık haberle uyanmıyorum. Zira hem annem yok, hem haberciyi kovdular. Tüm bunların sigarayı bırakmamla da bir ilgisi yok, bu yokuşla da. Kireç kokusuyla da.

Bir vesileyle kentin merkezinden uzaklara kaçıverdim. Bir turna edasında barak ovasında buldum kendimi. Toprağın rüzgarın elinden tutup Barak ovasından bir kalkışı var ki, halvet-i kereminden sual olunmaz, izzet-i ikramıyla üstümüzü başımızı çamura buladı gökten gelerek.

Barak ağaları, ovanın sağına soluna sıra sıra dizilmiş, mezarlarında kocaman bir bayrak sallanıyor. Tepelere kondurmuşlar ölülerini şahan misali. Aha şu soldaki tepede, hayatındayken nam-ı şahaneleri, ova aşıp memlekete karışan Eyseligillerin Hasan Ağası yatmakta. Cennet mekan, eli ekmekli bir bey. Öyle ki kurdurduğu sofrasında aç kuşların da karnını doyurup sütünü ikram olarak bıraktığı rivayet edilir.

Vakti zamanında, beş oymak olarak Orta Asya’dan Yozgat’a, Yozgat’tan Nizip’e, oradan da yol boyu taa Rakka’ya kadar giden Barak Beyleri; bulduğu yeşili yurtluk yapıp, himayesindeki ümmet-i insanlara nefes olmuşlar. Göz alabildiğine yeşil bir ovanın ortasında balbal gibi dikileduran tepeciklerin gölgesi, sarısıcağın azametiyle yansa da, uzaktan kulağa çalınan bir hava, kendine çekiyor beni. Az ilerde solda, Göğebakan’ların hanelerinden çıkıp gelen çocuklar, yol kenarında lavaşla loru iç ederken bize de ikram ediyorlar. Yol uzun, mecburen atıştırmalık olarak alıyoruz. Rehberim bir Barak. Yanımda olmasa da giderim elbet, lakin rahat edemem. Yol boyu anlatıyor hikayelerini. Aklıma ister istemez geliyor kelime tanrısı Gökçeli Kemal Sadık ve büyük kahramanı İnce Memed. Aynı anlatım aşkı, o davudi ses kulağımda, gülüyorum ufaktan. Yol öylece dururken, üstünden geçip gidiyoruz, merakım çoktan esir almış beni.

İnaluşaklarının hanelerinde, papatyalar ve kasımpatıların arasında kapatıyoruz arabanın kontağını. Üstümüzde, gökyüzüne konmuş bir gri kapak. Az sonra üstümüze patlıyor Barak ovasının rahmeti. Bir yıl sonra, kireç kokusundan sonra toprağın ve yağmur yemiş yeşilin kokusuna bırakıyorum kendimi, yalın ayak. Vıcık çamur. İnsan olarak geldiğimiz malzemenin sulandırılmış hali. İzin istiyorum eve girmeden, az daha ıslanayım diye. Yağmurun yer yer kestiği sırada burnuma gelen kokuları ayırt etmeye çalışıyorum: Kasımpatı, papatya, zeytin, fıstık, badem çiçeği. Alabildiklerim bunlar. Biraz da kavak ağacı kokusu.

Hepsini bir bir koynuma doldurup, kapının önündeki çeşmede ayaklarımı yıkayıp eve giriyorum. Sohbete tutunuyoruz, yol boyu dinlediğim hikayelerin nice güzellenmiş hallerini öğreniyorum bu sefer. İdris Ağa’nın sırf uğraşacak başka bir uğraşı olmadığı için Hasan Ağa’yı hükümete şikayet edip, tutuklattığını anlatıyorlar. Anlatılarak bugüne gelen nerden baksan eski bir hikaye. Devir değişse de, tutuklanma biçimleri aynı insanlar geliyor aklıma ister istemez.

Evin içinde az eşya çok mutluluk felsefesi. Yerler boydan boya minder, ortada kıl keçe sergi halı. Ve karşımda, duvarda öylece gelin gibi süslenip asılmış üzerlik tohumundan kolye.

Anadolu’nun Şamanlıktan miras hikayesi üzerlik.

Otun, kuru kısmını evin içinde dört köşede yakarak kötü ruhların ve nazarın defedileceği inancı, şamanlıktan bugüne süregelen bir ritüel. Üzerlik kolyeye gözümün takıldığını fark eden dede, “İmam Ali’nin nasihatıdır. 72 hastalığa deva, kıskançlığa ve de hasete merhemdir.” dedi. Bundan çok gördüm, buralarda görünce şaşırdım sadece, diyebildim.

“Kan kalesinde yedi baş ejderha, insan olan her yerdedir evlat, sen yemeğini ye hele.”

Önünde tek diz oturduğum yer sofrasında, karnımı doyurdular sohbetle.

Geç saatlerde eve dönebildim. Sigarayı bırakmışım, aklıma düştü. Ama yakmadım. Eve girmeden birkaç sokak yürüdüm. Taşların arasındaydım yine. Aklım üzerlik kolyede. Sercan’ın masmavi gözleriyle hayata tutunsun diye, annemin çalmadık umacı,otacı bırakmadığı en sonunda “Ilgar Dağı’nın üzerliğini yedir” diyen âmâ kadının nasihatıyla, Ardahan’daki evi üzerlik bahçesine çeviren annem. Kurtaramadıydı Sercan’ı. Acısını içine gömdü. Kardeşsiz büyüdüm, kardeşsiz yaşamanın intihar etmekle eşdeğer olduğu kentlerde. Ve sonunda annem de çekti gitti Sercan’ın yanına.

Ben kaldım, bir de annemden miras o haber bülteniydi bana kalan. O çocuğu da gönderdiler sonra, bülten bitti. En son üzerlik kolye olup geldi annem. Gözüme asıldı. Ve de koynuma. Yalnızlığıma merhem oldu Sercan’la birlikte, Barak ovasında.