Mimaroğlu, asla enformatif bir belgesel değil, öyle olsaydı bu büyük bestecimiz hakkında söylenecek çok daha fazla şey vardı. Yönetmen Serdar Kökçeoğlu’nun da elindeki büyük bir arşiv ve belge yığınıyla boğuştuğunu şahsen biliyorum. Belgeselin derdi aslında Mimaroğlu’nun müzikte yaptığına benzer bir şekilde bir deneyim yaşatmak izleyicisine.

‘Üzgün adam ve memnun kadın’ın hikâyesi

Murat Tırpan

Bu memleketin en büyük müzikal değerlerinden biri, ne yazık ki geleneksel düşkünleri tarafından çok bilinmeyen, bilinse de adı çok anılmayan İlhan Mimaroğlu’dur. Ne mutlu bize ki Mimaroğlu’nu bu topraklarda hakkıyla hatırlatacak güzel bir belgeselimiz oldu. Serdar Kökçeoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Mimaroğlu: Robinson of Manatthan Island adlı film, bestecinin hayatını anlatmayı amaçlamaktan çok onu anlamamızı sağlamaya çalışan önemli bir iş.

İlhan Mimaroğlu genç yaşta müziğe gönül verdikten sonra müzik yazarlığı, radyo programcılığı yapmış ve yeni bir müziğin peşinde koşarken kendi kendini yetiştirmiş, otodidakt bir sanatçı. Belgeselde söylediği gibi, müzik okuluna giderse ona müzik hakkında yanlış şeyler öğreteceklerini ama genç olduğu için bunların yanlış olduğunu bilemeyeceğini ifade ediyor. Tam da bir dehanın söyleyebileceği tuhaf ve çarpıcı sözler. Besteci ellilerin ortalarında Rockefeller bursuyla Amerika'ya gidip Columbia Üniversitesi'nde müzikoloji ve kompozisyon üzerine çalışıyor ve 1959'da tamamen New York'a yerleşiyor. Kökçeoğlu’nun belgeseli de bundan sonra başlıyor, eşi Güngör Mimaroğlu ile evlenip 1961'den başlayarak New York'ta yaşadığı noktada.
Bestecinin büyüklüğü kadar belgeselin biçimsel tercihleri çok başarılı. Mimaroğlu’nun kendisi sinema seven ve müzik yapmanın yanı sıra elinde kamerasıyla New York’ta sürekli çekimler yapan biri. Yönetmen Kökçeoğlu belgeselde bestecinin görüntüleriyle müziklerini iç içe geçirerek, kolajlayarak, röportaj yaptığı kimseyi göstermeyerek anlatıyor hikâyeyi. Elbette burada New York, Londra ve İstanbul üzerinden yürüyen müthiş bir arşiv çalışmasının yapıldığını da vurgulayalım. Mimaroğlu’nun kendi çektiği arşiv görüntülerine yeni çekilmiş bazı Manhattan görüntüleri de zaman zaman eşlik ediyor ancak bu güncel görüntüler dokuya çok uyumlu, asla sırıtmıyorlar. Hatta ben bunları yönetmenin bestecinin bakışına kendini ne kadar yakın hissettiğini gösteren kareler olarak okudum, sanki yıllar sonra onun bakışına eşlik eden bakış denemeleri bunlar.

Bir insanın kendi çektiği özel görüntüler bir gün bir belgeselde kamusal alana çıkarsa ne olur? Müzik yazarı Evin İlyasoğlu filmin bir sahnesinde Mimaroğlu’nun onun fotoğraflarını çektiğini ve bunları asla göremeyeceksin dediğini anlatıyor. Bu bağlamda söz konusu eldeki görüntüler belki de sadece büyük bir bestecinin arşiv görüntüleri olarak kalabilirdi. Ama öte yandan İdil Biret’e gönderdiği sesli mektupta Mimaroğlu, “Belki de bu sesleri başka bir şey için de kullanabilirsin” diyor. Belki Biret bunları hiç “başka bir şey için” kullanmamış ama yönetmen Kökçeoğlu tam da bunu yapıyor. Tam da bestecinin arzu edebileceği gibi çağdaş ve yeni bir yaklaşımla.

Mimaroğlu: Robinson of Manatthan Island bize “Contemporary Music: 101” dersi vermeye ya da bestecinin müziğinin özelliklerini anlatmaya da çalışmıyor. Evet doğal olarak Mimaroğlu’nun müzikal yaklaşımını, geleneksel yöntemleri kullanan bestecileri eleştirdiğini, Beethoven, Mozart, Shakespeare'e körü körüne hayran olanlarla yıldızının barışmadığını dinliyoruz. Mimaroğlu’na biraz yabancıysak Mozart ile Elvis Presley’i aynı torbaya nasıl koyduğuna şaşırıyoruz. Ünlü yönetmen Frederico Fellini’nin, Mimaroğlu'nun müziklerini beğendiği için Satyricon filminde kullandığını görüyoruz. Politik yaklaşımına dair bir fikrimiz oluşuyor. Ticari faaliyetlerinden, Atlantic Records bünyesinde yapımcı Nasuhi Ertegün’ün desteğiyle Finnadar gibi avangart bir marka kurduğundan ve bir süre sonra vazgeçmek zorunda kaldığından bahsediliyor. Ancak Mimaroğlu asla enformatif bir belgesel değil, öyle olsaydı bu büyük bestecimiz hakkında söylenecek çok daha fazla şey vardı. Yönetmen Serdar Kökçeoğlu’nun da elindeki büyük bir arşiv ve belge yığınıyla boğuştuğunu şahsen biliyorum. Belgeselin derdi aslında Mimaroğlu’nun müzikte yaptığına benzer bir şekilde bir deneyim yaşatmak izleyicisine. Bu anlamda bir belgesel bile sayılmayabilir, ben burada daha çok müzikal bir düş gibi bir deneme yapıldığını düşünüyorum. Bu anlamda da “yaratıcı belgesel” adı verilen modadan çok uzak, aksine çok yeni.

Bu seçimler sayesinde film Mimaroğlu’nun Ertesi Günce adlı kitabındaki anekdotuna benzer bir şey yapıyor. Şöyle yazıyordu Mimaroğlu: Bir çocuğa sormuşlar: "Radyoyu mu seversin, televizyonu mu?" "Radyoyu," demiş. "Niye?" "Çünkü görüntüler daha iyi!” Kökçeoğlu belgeselinde Mimaroğlu’nun seslerine, yani iyi görüntülerine uygun bir tarz benimsemiş durumda, Artık İstanbul’da yaşayan Güngör Mimaroğlu’nun ve bestecinin oğlu Rüstem Batum’un devreye girdiği daha kişisel ve duygusal üçüncü bölüm hariç elektronik deneysel bir müzik konseri izliyoruz sanki. Bu konserin vokali bizzat bestecinin kendisi, elbette karısı ve üvey oğlu Rüstem Batum, ünlü caz vokalisti Janis Siegel, piyanistler İdil biret, Meral Güneyman, Ayşegül Durakoğlu; İlhan Bey’in Atlantic Records’tan arkadaşları gibi birçok ‘backvocal’ de var. Bu anlamda belgeselin orkestrasyonun da çok başarılı olduğunu söyleyebilirim.

uzgun-adam-ve-memnun-kadin-in-hikayesi-737955-1.
Fotoğraflar: İlhan Güngör Mimaroğlu Arşivi


Filmin son kısmında Güngör hanımın İstanbul’daki evine konuk oluyor, Rüstem Batum’un annesi ve eşi hakkında söylediklerini, evlenip Amerika’ya gittikten sonra kendisini Türkiye’de bırakan annesine ve soğuk üvey babasına karşı sitemlerini dinliyoruz. O büyülü müzikal dünyadan çıkıp biraz daha kişisel alanlarına bakıyor; “üzgün adam ve memnun kadın”ın (ve yalnız oğlunun) aile ilişkilerindeki tuhaf soğukluğu anlayıp hüzünleniyoruz. Neyse ki yönetmen tıpkı Mimaroğlu’nun müzikal tarzına, yaşam tercihlerine, politik yaklaşımına olduğu gibi aile ilişkilerine karşı da “altını çizmeyen” bir tarza sahip. Bestecinin müziğinde olduğu gibi bazen tek bir piyano vuruşunun, bir sesin birçok şeyi özetlemesi gibi bu filmde bir görüntü, bir cümle her şeyi anlamamıza yetiyor.

Mimaroğlu’nun Columbia Üniversitesi'nde bestelediği elektronik yapıtların kayıtları, "Mimaroğlu Arşivi" adı altında aynı üniversitede yer alıyor. Diğer işlerinin de belgeleri Harvard Üniversitesi'nin arşivinde bulunuyor. Kökçeoğlu’nun filminin önemli bir getirisi de bunun sadece film olarak kalmayıp bir internet arşivi projesine de dönüşmekte olması, besteciye dair online bir veri tabanı oluşması. Bu müzik tarihimiz için de önemli bir katkı.
Dünya prömiyerini nisan ayının son haftasında önemli belgesel film festivali Visions du Réel’in Burning Lights isimli yarışma bölümünde yapan, yurtdışında çok olumlu eleştiriler alan Mimaroğlu: Robinson of Manatthan Island’ı görmek için Türkiyeli sinemaseverlerin biraz daha sabretmesi gerecek. Mimaroğlu’nun kendine özgü dünyası bu yaz sonrasında başta İKSV İstanbul Film Festivali olmak üzere Türkiye’de festival izleyicileriyle buluşacak.