Oğuzhan Taş Türkiye’de gazetecilik hakkında tartışmaya ve eleştiri üretmeye bu kadar ihtiyaç duyulan bir başka dönem olmamıştı herhalde. Kadri Gürsel’in Ben de Sizin İçin Üzgünüm başlıklı kitabı bu bakımdan güncel bir kaynak sunuyor; gerek Türkiye’de gazetecilik yapabilme mücadelesine dair kişisel deneyimleriyle örülü bir perspektif sunması, gerekse de gazeteciliğin toplumsal konumuna dair tespitleri nedeniyle. Kadri Gürsel, […]

Üzgün olmaktansa gazeteci olmayı yeğlemek

Oğuzhan Taş

Türkiye’de gazetecilik hakkında tartışmaya ve eleştiri üretmeye bu kadar ihtiyaç duyulan bir başka dönem olmamıştı herhalde. Kadri Gürsel’in Ben de Sizin İçin Üzgünüm başlıklı kitabı bu bakımdan güncel bir kaynak sunuyor; gerek Türkiye’de gazetecilik yapabilme mücadelesine dair kişisel deneyimleriyle örülü bir perspektif sunması, gerekse de gazeteciliğin toplumsal konumuna dair tespitleri nedeniyle.

Kadri Gürsel, Doğan Medya Grubu’nun (DMG) Demirören Holding’e devredilmesi sürecinde Erdoğan Demirören’le pek de hoşnut kalmadığı tanışmasından da söz ediyor, Nagehan Alçı ve Cem Küçük gibi medya kişiliklerinin yaygın görünürlüğünün ardındaki iktidar ilişkilerinden de. Bu minvalde söyledikleri, gazeteciler üzerindeki baskı uygulama araçları ve göreli özerk konumdaki medya etrafındaki çitleme stratejileri hakkında ipuçları veriyor. Gürsel’in 31 Ekim 2016’da gözaltına alınmasıyla başlayan ve 26 Eylül 2017’de tahliye edilmesine kadar devam eden hukuki süreçte yaşadıkları ise, yargının siyasallaşmasının gazeteciliği nasıl bir cendereye soktuğunu daha yakından görebilmemizi sağlıyor. Gürsel’in de aralarında bulunduğu Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerinin ‘terör örgütüne üye olmamakla birlikte terör örgütü adına faaliyette bulunmak’ suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklandığı süreçte, ‘medya tetikçileri’nin karalama faaliyetleriyle, mahkemeden bile önce ‘iktidar gazeteleri’ne servis edilen iddianameyle, bilirkişi raporunda açığa çıkan totaliter zihniyetle ilgili aktardıkları baskı ve yasaklarla dolu Türkiye basın tarihine yeni notlar düşüyor.

Gürsel’in kitabının dikkat çekici yanlarından biri, DMG’nin Demirören Holding’e devrinin, Türkiye’de ana akım medyanın sonuna işaret ettiği ve ‘iyi gazetecilik’ yapmanın yegâne koşulunun ana akımın varlığı olduğu yönündeki tespitleri. Hükümetten göreli özerklik bağlamında düşündüğümüzde Gürsel’e hak vermemek mümkün değil. Buna karşılık, ana akımın ima ettikleri üzerinde daha fazla durmaya ihtiyacımız olduğu kanısındayım.

Ana akım asıl olarak sosyolojik bir kavram: Yaygın kanaatlerin, genel kabul gören inançların, değerlerin, kısaca ortak duyunun, hâkim zihniyetin alanı. Bu bakımdan ana akımın ortadan kalkmasından değil, kendisine yeniden üretim alanı bulduğu bir odak kaymasından söz etmek daha geçerli görünüyor. Ana akım medyanın öneminin, geniş toplum kesimlerine seslenebilme gücünden kaynaklandığı şüphesiz. Ne var ki bu erişim gücünü, ana akım medyanın kritik toplumsal sorunlara ve bunların kaynağındaki eşitsiz güç ilişkilerine dikkat çekmekte ne ölçüde derinleşebildiği sorusu eşliğinde düşünmek daha verimli olacaktır.

Gürsel, ana akım gazeteciliğin sacayağını oluşturan üç ilkeden söz ediyor: Profesyonellik, namusluluk ve bağımsızlık. Bir çırpıda tanımlanması zor, tarihsel yükü ağır kavramlar. Görebildiğim kadarıyla Gürsel, profesyonellikle gazetecilerin hayatını idame ettirecekleri parayı bu işten kazanmalarını kastediyor, aktivist değil profesyonel gazeteciliği önemsiyor. Namusluluk, Haluk Şahin’in sözlerine referansla ‘sağlam kişilik’le birleşerek meslek ahlakının temeline yerleşiyor; ‘iyi gazetecilik’in ilk erdemi sayılıyor. Bağımsızlık ise politikanın alanıyla gazetecilik faaliyetleri arasına çizilen keskin sınırda şekilleniyor.

İyi gazeteciliği aslen karakter sorunu olarak koymanın, bizi haber üretiminin maddi koşullarını es geçen bir yaklaşıma kolayca itebileceğini düşünüyorum. Gazetecilerin eleştirel ve muhalif (Gürsel’in de sıkça kullandığı kavramlar) kalabilmek için verdikleri mücadeleyi, bireysel iradelerin toplamına eşitlemek, adeta Türkiye’deki gazetecilerin mesleki örgütlenme ve kolektif eylemlilik fikrine olan uzaklığının bir göstergesi. Üstelik bu noksanlığın kendisi, bireysel gazetecileri sistemik baskılar karşısında daha kırılgan hale getiriyor. Profesyonellik kavramı tam da bu bağlamda tartışılmaya muhtaç. 1980’lerin sonunda gazetecilerin sendikal örgütlenme faaliyetleri ana akım medya patronları ve yöneticilerince sistematik olarak baltalanırken, Basın Konseyi sendikalaşmaya alternatif olarak profesyonelliği hayata geçirme iddiasıyla işe koyulmuştu. Erol Simavi, Aydın Doğan ve Dinç Bilgin gibi medya patronlarının desteğiyle kurulan Konsey, basının güncel mülkiyet yapısını verili kabul ettiği için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Çağdaş Gazeteciler Derneği gibi gazetecilik örgütlerince veto edilmişti. Bu sıralarda Konsey’in kurucu ekibinde yer alan Oktay Ekşi ve Güngör Mengi gibi isimler, iş adamlarına mektuplar yazarak Konsey üyesi olmayan gazetelere ilan verilmemesini istiyor, üye olmayan gazetecilere güvenilmemesini salık veren metinler yayınlayarak patronlarına piyasa avantajı sağlamanın yollarını arıyorlardı. Gazeteciliğin bugünkü kırılganlığının tarihsel nedenlerini sanırım daha sık hatırlamamız gerekiyor.

Bağımsızlık meselesi de elbette diğerleri kadar çok boyutlu. Kadri Gürsel deneyimli bir gazeteci olarak, ana akım medyanın zaaflarının elbette farkında, kitabında yeri geldikçe bunlardan söz ediyor. Ancak ‘tetikçi gazetecilik’ olarak ayrıntılı şekilde tarif ettiği ve kuşkusuz Türkiye basınının mevcut krizinin önemli bir ayağını oluşturan faaliyetlerin yarattığı tehlike karşısında, ana akım gazeteciliğin bağımsızlık iddiasını verili kabul etmekte aceleci davrandığı kanısındayım.

Gürsel, ‘medya tetikçiliği’ fenomenini ve politik komplolarla hemhal olmuş gazetelerin varlığını etkili bir şekilde resmedebilmek uğruna, yurttaşların toplumsal eşitlik ve adalet arayışından yana bir tavır alan, eşitsiz güç ilişkilerini sorgulamayı temel etik nosyon olarak sahiplenen gazetecilik anlayışlarıyla (alternatif, radikal, muhalif, aktivist…) otoriter popülist siyasetin göbeğinde iş gören manipülasyon ve propaganda aygıtları arasındaki ayrımı feda ediyor. Her ikisini de politikanın ağına dolanmış ‘anti-gazetecilik’ biçimleri olarak adlandırıyor. Oysa bu iki faaliyet biçiminin politik mücadeleden anladıkları bütünüyle karşıt; birinin yüzü özgürleşmeye dönükken, diğeri Gürsel’in tespitlerinin de işaret ettiği üzere, politik kutuplaşma ve düşmanlaştırmadan besleniyor. Bana kalırsa, Türkiye’deki güncel manzara, bu iki faaliyetin birbirine benzerliğini değil, medya manipülasyonu ve propagandayla yaratılan sis perdesini aralayabilmek için, özgürlükçü siyasetle eleştirel gazetecilik faaliyetleri arasına kalın çizgiler çekmenin anlamsızlığını gösteriyor. Bu nedenle tetikçi ya da aktivist olmayı aynı kutupta kavramak, sanıyorum ki, tarih-dışı ve indirgemeci bir bakış olacaktır.

Kadri Gürsel’in kitabıyla başlayan ve başka katkılarla ilerleyen bu tartışmanın derinleşmesinin, gazetecilikten beklentilerimiz ve bu beklentilerin hayata geçirilebilmesinin imkânları bakımından son derece önemli olduğunu düşünüyorum.