Memlekette erkek şiddeti, savunma adı altında sosyal, kültürel gerekçelerle hukuk önünde aklanmaya çalışılıyor. Anayasa’ya ve yasa hükmünde olan İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı bir tutum sergileniyor

Üzülmeyin, kurtuldum

İçinde bulunduğumuz ayın ilk günlerinde, 4 Haziran’da ayrılmak istediği erkek tarafından silahla vurularak yaralandı Nurtaç. Vuran erkek Ragıp Canan ateş ettikten sonra ölüme terk ederek kaçmış; Nurtaç kanıyla, "Annem babam hakkını helal et, üzülmeyin beni Ragıp vurdu, kurtuldum" notunu yazmıştı.

Öleceğini düşünüp bunu kurtuluş olarak gören bir kadının kanı ile yazdığı yazıyı okurken rahatsız oldunuz değil mi? Ben de oldum. Bununla birlikte, erkek şiddetinin adeta savaş rakamlarına ulaşmasının sebeplerini, failleri palazlandıranları, basının cinsiyetçi dilini, mahkeme salonlarında savunma adı altında hem de toprağın altında olan kadınlara yönelik aşağılayıcı ifadeler kullananları, erkek şiddeti ile mücadelenin bir devlet politikası olarak kabul edilmemesini de düşünüp rahatsız olmaktayım.

Nurtaç’ın kanı ile yazdığı yazı, erkek egemen sistemin ürettiği eşitsizliklerin inkârını olanaksız kıldığından olsa gerek bu eşitsizliklerle güçlenen kimselerin bir miktar da olsa huzurunu kaçırdı. Yine her köşeden şiddete sıfır tolerans sözleri yükseldi ve tabii geçti. Ta ki bir dahaki erkek şiddetine kadar ortaya çıkmak üzere sözler köşelerine geri döndü. Şiddetin nedeni, ne içini olmaz ama her zaman olduğu gibi bu vahşetin de yazılı basında haberleştirilişinde Nurtaç’ın boşanacağını ve ailesinin yanına gideceğini söylemesi şiddete gerekçe olarak sunuldu.

Oysa Anayasa’nın beşinci maddesi devletin temel amaç ve görevlerini sıralarken kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamayı, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli startları hazırlamayı da taahhüt etmiştir. Din, gelenek ve görenek gibi değerleri değil, insanları koruyan bir düzenlemeye sahip olduğumuza göre erkek şiddeti de kültürel, sosyal ya da dini gerekçelerle hukuk önünde aklanamaz. Tıpkı İstanbul Sözleşmesi’nin ortaya koyduğu kurallar gibi.
Ancak ülkede şiddet göstereni hukuk önünde aklama vasıtalarını kullanmadaki durulan yer sözleşmenin yürünmesini tavsiye ettiği yoldan oldukça uzak.

‘KINIYORUM’ DEMEK YETMİYOR

On yedi bıçak darbesi ile öldürülen Ceren Damar’ın katilinin avukatının Ceren hakkında tüm yargılama boyunca aşağılayıcı, cinsiyetçi ifadeler kullanması ya da Nurtaç’ı yaralayıp yatağa bağlı olarak yaşamasına sebep olan erkeğin avukatının ise müvekkilinin bu vahşeti “Kadına olan sevgisinden, duygularına hakim olmayarak gerçekleştirmesini söylemesi, aileyi kurtarmaya bir şans daha vermek lazım” diyerek adeta ne var bunda canım diye yorumlaması… Bu ve buna benzer örnekleri maalesef çoğaltmak mümkün.

Peki, bu yaklaşım erkek şiddetine maruz bırakılan kadınların refah, huzur ve mutluğunu mu sağlıyor yoksa faillerin cesaretlenmesine mi hizmet ediyor?

Erkek şiddetiyle mücadele ederken ‘Kınıyorum’, ‘Eğitimsizlikten hep bunlar’, ‘Takipçisiyiz’ gibi cümleler yetmiyor, ne yazık ki. Şiddetin, kadın ve erkek arasındaki eşitlikçi olmayan ve tarihsel güç ilişkisinin tezahürü olduğunu kabul ederek ve bu doğrultuda erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu tahakkümü görerek kadına yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmayı doğrudan hedef almamız gerekiyor. Yani bu noktaları es geçerek olmuyor. Hatta kadına yönelik erkek şiddetini kınarken ‘ama’larla koyulan istisnalar, sığınılan mazeretler turnusol kağıdı oluyor çoğu zaman.

İşte tam da bu noktada İstanbul Sözleşmesi’ni kılavuz olarak almamız çok önemli. Mevzuatımızda dört senedir yürürlükte olan bir sözleşmenin yok sayılmamasını, hayatın tüm alanına yayılmasını istememizin sebeplerinden biri de bu. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliklerinden biri, ‘toplumsal cinsiyet’ kavramının tanımını yapan ilk uluslararası belge olması. Metinde yaygın toplumsal cinsiyet anlayışının kadına yönelik ve ev içi şiddette başat rol oynadığı açıkça dile getiriliyor. Bu bağlamda ‘toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’ ayrıca tanımlanırken kadın ve erkek için toplum tarafından biçilen rollerin şiddeti doğurduğu da net bir şekilde ifade edilerek ayrımcılığı da doğrudan yasaklıyor. Hal böyleyken memlekette erkek şiddeti, savunma adı altında sosyal, kültürel gerekçelerle hukuk önünde aklanmaya çalışılıyor. Anayasa’ya ve yasa hükmünde olan İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı bir tutum sergileniyor.

Bizim cephede durum pek parlak değilken geçtiğimiz günlerde Almanya’da verilen bir kararı okuduk. Haziran ayında Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi’nce verilen, kadınların geneline yönelik aşağılayıcı ve hakaret içeren üslubun ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ suçu kapsamına girebileceğine ilişkin karar gözlerden kaçmasın isterim.

Mahkeme, kendi internet sayfası üzerinden kadınlara yönelik aşağılayıcı ifadeler yayımlayan kişi hakkında Bonn Eyalet Mahkemesi’nin verdiği beraat kararını bozdu. Söz konusu kişinin internet sayfasında, kadınlar hakkında "ikinci sınıf insan" gibi ifadeler kullandığı belirlenmiş, mahkeme ise bunun kadınların insanlık onuruna karşı yapılmış bir saldırı olduğunu vurgulamış.

KÖLN’DE VERİLEN KARAR, EŞİTLİĞİN KAĞIT ÜZERİNDE KALMASINI ENGELLİYOR

Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi, Alman Ceza Yasası’nın (StGB) 130. maddesindeki ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ suçunun esas itibarıyla azınlıkların korunmasını hedeflediğini, ancak davaya konu olan suçun da bu kapsama girdiğini belirtmiş.

Mahkeme, kararında kadınların toplum içinde istatistiksel olarak çoğunluğu oluşturmasının, korkmalarını gerektirecek bir şey bulunmadığı tezine dayanak gösterilemeyeceği kaydedilmiş. Kadınların, ilgili yasada ismen korunması gereken gruplar arasında yer almamasının ayrımcılığa karşı korunmaları gerekliliğini değiştirmeyeceği de vurgulanmış.

Bu karar şiddetle mücadelenin etkin yürütülmesi için erkek şiddetinin kökenini teşkil eden eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına da mercek tutmakta.

Bu karardan yola çıkarak işaret etmek isterim ki; geleceğin, hukuki eşitliğin kağıt üzerinde kalmasını önlemeye çalışan, her düzlemde eşitliği hayata geçirmek için mücadele ederken hiç bir boşluk bırakmamak için uğraşan, toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini oturtan, benimseyen kültürlerce şekillendirileceği çok açık.