Uzun adamın askerleriyiz!

Cemaat ve AKP yargısının ortaklık dönemlerinde bu topluma verdikleri en büyük zararlardan birisi referans kavramların tahrip edilmesi oldu. O kadar ki, insanlığın binlerce yıllık mücadele, acı ve entelektüel birikiminden süzülüp gelen kavramların ve işaret ettikleri değerlerin anlamları kaydırıldı, içleri boşaltıldı. Tüm ideolojilerin/dünya görüşlerinin/inançların az çok uzlaştığı hatta zaman zaman sırtını dayadığı kavramlar, korumayı amaçladıkları değerlere zarar verir hale geldi. Bu süreçler sinsi bir şekilde yürütüldü.

Sadece yargıda değil, hayatın tüm alanında yaptılar bunu. AKP, cemaat safrasını attıktan sonra aynı yöntemi son sürat sürdürüyor. İşte savundukları başkanlık ve anayasa sistemlerinin tamamında, yürütmeye karşı “fren mekanizması” olarak öngörülen ve böyle yapılandırılan yargı, artık yürütmeye sorun çıkarmayan “uyumlu yargı” olarak tanımlandı. Otomobil mekanizmasıyla benzetmeye devam edeceksek “fren değil vites oldu yargı!”

Kurmayı hayal ettikleri sistemde de böyle olacağını ilan ettiler. Yargının, iktidarın işaret ettiğinin dışına çıkması çok olası değil artık. Fonksiyonuna kıskançlıkla sahip çıkması gereken yargı mekanizması da bu rolünü uysallıkla kabullenmiş görünüyor. Zaten sıkışılan yerde devreye, sürgün ya da yasa değişikliği giriyor. Ama asıl kalıcı hasar adalet, hukuk ve yargı algımızda oluşuyor. Yavaş yavaş kanıksanır hale geliyor bu durum. Sadece Cumhurbaşkanı'na hakaret suçu pratiğine bakmak bile yeter.

Önemli bir örnek daha vermek istiyorum. AKP Cemaat birlikteliği zamanında gözaltı, arama, tutuklama, telefon dinleme, izleme gibi ceza muhakemesi işlemleri, haksız ve pervasızca, suçsuz olduğu aşikar kişilere sıklıkla uygulandı. Savunma hakkı kısıtlandı, yasanın zorunlu kıldığı koşullar aranmadı. Özellikle bilinen kişilere medya propagandası ile yapılan bu hukuksuz uygulamalar sırasında şu eleştiri/feryad çok duyuldu: Ama suç değil ki! Ama suçsuz!

Giderek söz konusu işlemler sırasında uygulanması gereken güvencelerin yalnızca suçsuzlar için geçerli olduğu gibi bir algı yerleşti. Eğer suçlu ise evi hukuka aykırı olsa da aranabilirdi! Onun için evinde arama yapılırken katledilen Dilek Doğan’ın katıldığı protesto görüntüleri yayınlanınca, hele bir de arama yapılan yer Gazi Mahallesi olunca; ''İşte suçsuz değilmiş ki, dolayısı ile olabilir'' yaklaşımı yabana atılmayacak bir yurttaş kesiminde kabul gördü, meşru görüldü. Mademki öyle bir ailesi var, mademki orada oturuyor, e bir de protestolara katılmış o zaman kapısı da kırılır, katledilir de!

Oysa Anayasa, Ceza Yargılaması Hukuku ve polis mevzuatında yaşam hakkı ve sair haklara ilişkin koruyucu önlemler zaten öncelikle suç şüphesi altındaki yurttaşlar içindir. Aklını yitirmemiş cinnet geçirmeyen bir toplumda zaten suçsuz olduğu bilinen ya da suç şüphesi altında olmayan yurttaşlar bu kadar yaygın olarak silahlara ve kumpaslara maruz kalmaz ki!

Şimdi bu algının uzantısı Cizre ve Sur gibi çatışma bölgelerinden gelen haberler nedeniyle –özellikle sosyal medyada- tehlikeli ve derinleşmiş bir düşmanlık inşaa ediliyor: Eğer teröristse öldürülebilir, yakılabilir, imha edilebilir! Bunun kuşaklara aktarılacak bir düşmanlığı nasıl inşaa ettiğini ve asıl bölücülüğün/bölünmenin duygusal zeminini oluşturduğunu hâlâ görmüyorlar.

Burada, ''Niçin PKK eleştirilmiyor?'' üzerinden yaygaraya gerek yok. Sorunları çözecek olan devlettir, hükümettir. Dolayısı ile eleştirilerin öncelikle devlete yönelmesi de doğaldır. Kaldı ki hükümeti masayı devirmekle suçlayan Kürt hareketinin çatışmayı tırmandırmasındaki tutarsızlığı, hele hele metropollere taşınmış bir çatışmanın kazananının olmayacağı defalarca eleştirildi.

Devlet meşruiyet iddiasında ise; koşullar ne olursa olsun hukuktan ayrılamaz, ayrılmamalı. “Devletin ve milletin birliğini temsil eden” ve bunun için “yemin eden” devletin başı şu konuşmayı yapıyorsa hukuk devletinden uzaklaşmamız son sürat devam ediyor demektir: “Dün bana şöyle bir resimli mesaj geçmişler. İki tane özel harekatçı, ‘Yürü uzun adam arkandayız’ diye. Çok duygulandım. İkisinin elinde Türk bayrağı ve silahlarıyla arkada duvarda o yazı. Onlar orada şehit olmaya inanmışlar.”

Keşke -mizansen değilse tabii- uzun adamın geldiği yer ve yürüdüğü yol hakkında konuşabilsem bu arkadaşlarla. Ama onlara asıl önerim doksanların ortalarına kadar olan biteni akıl süzgecinden geçirmeleri.

Yok eğer, “Uzun adamın askerleriyiz” diyorlarsa zaten konuşmaya gerek yok!