Türkiye’de gidişatın yerel seçimle değişeceğine inanan çok az insan olsa gerek. Muhalefetin, izlediği siyasetlere bakınca, değiştirmek bir yana, Türkiye’nin bugünkü durumuna razı olduğunu da söylemek mümkün. Bu sadece yerel seçimlerle ilgili değil ülkenin yakın geleceğine ilişkin bir yaklaşım. Ama her şeye rağmen buna razı gelmeyen milyonlarca insanın varlığı ortada durmaya devam ediyor.İktidar kimse sesini çıkarmasın, […]

Uzun bir inat…

Türkiye’de gidişatın yerel seçimle değişeceğine inanan çok az insan olsa gerek. Muhalefetin, izlediği siyasetlere bakınca, değiştirmek bir yana, Türkiye’nin bugünkü durumuna razı olduğunu da söylemek mümkün. Bu sadece yerel seçimlerle ilgili değil ülkenin yakın geleceğine ilişkin bir yaklaşım. Ama her şeye rağmen buna razı gelmeyen milyonlarca insanın varlığı ortada durmaya devam ediyor.İktidar kimse sesini çıkarmasın, tüm toplum iyice sinsin, dibine çöksün, bir daha ayağa kalkmamak üzere diz çöksün istiyor. İktidarın istediği olmuyor ama başka bir şey de olmuyor. İşte bütün mesele burada düğümleniyor.

***

CHP, Ekmeleddinlerden Güllere uzanarak oluşturduğu sağ siyasetlerle bütünleşme eğilimini şimdi daha ileriye taşıyor. Bu, bir taktik mesele olarak görülemez. Siyasal İslamcı rejimin, laikliği ve Cumhuriyet’in ilerici birikimlerini tasfiye ederek devletleşme yolundaki adımları karşısında, CHP merkezi bütünüyle teslimiyetçi bir çizgi izlemişti. Bugün ise teslimiyetçi çizginin ötesine geçerek, İYİP ile ilişkiler temelinde siyasal İslamcı rejimin içine yerleşme doğrultusunda seyrediyor. Bu yönelimi merkez sağ siyaset boşluklarını doldurarak alan genişletmenin ötesinde şimdi devletin merkezini ele geçiren siyasal akım ve onun yeni sistemi ile uyumlulaşma(kabul görme çabası)olarak değerlendirmek daha doğru olabilir.

***

Bunun bir yanı da siyasal İslamcı rejimi meşrulaştırma biçiminde gerçekleşiyor. Binali Yıldırım’ın anayasayı ihlal ederek gerçekleştirdiği –kendisinin dahi savunamadığı- adaylığını, CHP Genel Başkanı, sonunda Ankara’ya dönecek, sözleriyle (pek esprili bir tavırla) onayladı. Ekrem beyler, İstanbul yürüyüşünü, nezaketinden pek memnun kaldığı Erdoğan görüşmesiyle başlattı. Metin Akpınar’ın, Müjdat Gezen’in, tüm toplumun tehdit edildiği, hakarete uğradığı; Deniz Çakır’ın kafedeki atışmasının CB işaretiyle mahkemelere taşındığı bir ortamda doğrusu yüreklere su serpen muhabbetler! İdris Naim’e düzdüğü övgülerle göz dolduran Seyit Torun da eksik kalmayıp oldukça demokratik ve sandık güvenliğinin –tıpkı 24 Haziran’da olduğu gibi!- sağlandığı bir seçimin müjdesini verdi. Bunların en sarih özeti ise (E.İmamoğlu’nun oğlu) genç İmamoğlu Mehmet Selim’den geldi. M.Selim, Erdoğan görüşmesine ilişkin eleştirilere, ‘politik duruş klişelerinden kurtulmak’ gerek diyerek, bir Macron performansı ortaya koydu. Buradan sonra her şey biraz da şaka gibi gelişiyor! Muhalefet, rejimin açıklarını rejimin sahiplerine söz bırakmadan kapatıyor, rejimin sahibi de kendi yaptıklarına kendi muhalefet etmeye başlıyor!

***

Muhalefet açısından bu körleşme yeni değil. AKP karşısında kazanma stratejisi adı altında, bir siyasi uyum sürecine içine girildi. Kazanılan bir şey de yok ayrı; ama kazanma adına terk edilen mevzilerle her adımda kaybediliyor. Bu şekilde kazanmanın aslında kazanırken de kaybetmek olduğundan bihaber ülkenin geleceği harcanıyor! Terk edilen her mevzi ile insanların bin bir zorluk içinde sahip çıkmaya çalıştığı değerler kaybediliyor. En büyük güçleri olan inatları ve inançları kırılıyor.

Peki bir çıkış yolu görünmüyor mu? Siyasal İslamcılığın boyunduruğu altında biat ve nefretle çürütülen bir yozlaşmayı hayatın her alanında görebiliyoruz. Ancak hepsi bundan ibaret de değil. Siyasetin ağır tortusunun altında zaman zaman görünür olmasa bile toplumun en dinamik kesimlerinde biriken bir özgürlük arayışını görüyoruz. Erdoğan’ın kültürel iktidar üzerine yakınmaları da bundan kaynaklanıyor. Dayandığı toplumsal kesimler içinde dahi zoraki dinselleşme –ve onun bir biçimine biat etme- baskısından kaçış eğilimleri görünür olmaya başlıyor. Siyasal İslam ise artık bununla baş etmekte zorlanıyor.

Siyasal İslam, siyasal ve kültürel iklimi belirleme gücünü salt kendi gücünden değil, asıl olarak arkasında esen küreselleşme rüzgarlarından almıştı. Bu ideolojinin çözülmeye başlaması ve devletleşen siyasal İslamın, kendine atfettiği tüm değerlerin paranın saltanatı altında eriyip gitmesinin sonucunda şimdi iktidarın elinde toplumun tepesinde sallandırdığı kılıcından başka bir şey kalmadı. Bunun üzerine eklenen politik tutarsızlıklar, ekonomideki tedrici çöküş süreci, çıkmaz sokakların biri biterken birisinin başlayacağını gösteriyor. Faşizm,–muhalefet tarafından sınırlandırılamayan- pervasızlaşmış güce dayanarak; toplumsal kaynamayı bastırmak –tencerenin kapağını sıkı sıkıya kapalı tutmak- üzere derinleşiyor.

***

Gerçek bir değişimin yolu için mevcut durumun devamından başka bir imkan ortaya koymayan siyasal dengeyi değiştirerek, Türkiye’nin şimdi çakılıp kaldığı yerden kımıldatabiliriz. Bunun için siyasal İslamcılık ve piyasanın yarattığı alacakaranlık karşısında, insanların uğruna mücadele ettikleri düşünceler ve değerlere sahip çıkabilen, daha adil, daha özgür, daha eşitlikçi bir toplum tahayyülüne sıkı sıkıya sarılmak gerekir. Bunu ileri sürdüğümüzde, kendilerini inandırdıkları o bildik toplumun sosyolojisi diye başlayan nutukları elbette duymaya devam edeceğiz! Sonunda hiçbir şeyin değişmesinin mümkün olmadığını söylemek dışında bir yere varmayacak tahlillerden ve cin fikirli taktiklerden ileri gelen ruhu solmuş siyasetlerin üzerini tek kalemde silip atalım! 

***

Türkiye’nin çıkışının, toplumun sorunlarının çözümü sadece sol, devrimci düşüncelerin güçlenmesinden geçecek. Tarihin geldiği aşamada, yaşadığımız gerçek dönüp dolaşıp buna dayanıyor. Henüz buna yanıt verebilmiş değiliz. Bir eşiğin aşılması, içine sıkışılan çemberin kırılması, içinden geçilen ağır dönemin tortularının atılması gerekiyor… İşte onun başladığı yer bu gidişata razı gelmemek, rüzgarın esintisine, suyun akıntısına kendine bırakmamaktır… Buradan denizlere ulaşacak yeni bir yataktan akacak sular kendi rüzgarlarını zamanı geldiğinde yaratabilecektir. Şimdi burada durmak… Toplumun tüm özgürlükçü arayışlarıyla buluşmak, ateş böceği misali yanıp sönen, fısıltılarla itiraz eden tüm direnişlerle kucaklaşmak, ilerici mevzilerimizi savunmak… Başka türlü de yapılabilir dediklerimizi bulunduğumuz yerde hayata geçirmek… Yapamadıklarımızı bilmek ve her yeni günde daha fazlasını yapmaya çalışmak… Sosyalist bir dili, siyaseti ve gelecek ufkunu bunun içinde yeniden canlı kılabiliriz. İşte bu uzun bir inadın sahibi olmaktır. İnsanlar da ancak böyle biriken bir çabanın parçası olarak, şimdi kendilerini savunmak adına yaptıklarını hep birlikte yapmaya başlar ve ancak o zaman gerçekten inandığı bir dünya uğruna mücadeleyi göze alırlar. Ve emin olduğumuz şey o inat, uzun bir gelecekte değil yalnızca, bugünden başlar kazanmaya…

***

Uruguay’ın isyan hareketi Tupamaroları anlatan 12 Yıllık Gece filmi bize bu uzun inadı anlatır. 60’larla birlikte ekonomik krizle boğuşmaya başlayan Uruguay’da artan adaletsizlikler ve baskılara karşı ortaya çıkan Tupamarolar, askeri bir diktatörlüğe evrilen iktidar karşısında Uruguay halkının kalplerini fetheden bir mücadele yürütür. 1973’te askeri diktatörlüğün ağır saldırıları sonucundaki gelişmeleri 3 Tupamaro üzerinden anlatan 12 Yıllık Gece, 85’teki gün doğumuna kadar sürer.

Amerikan emperyalizmi tarafından fonlanan askeri diktatörlük Tupamaro’ları yenmiş, Uruguay bayrağındaki güneşi soldurmuş ve halkın kalbini durdurmuştu! Cani, katil ve gururluydular! Ama durdurduklarını düşündükleri halkın kalbinin sessiz sedasız da olsa her an Tupamarolar ile birlikte atmaya devam ettiğinin de bilincindeydiler. O yüzden, Tupamaro’ları sessizliğe hapsettiler. 3 Tupamaro gerillası 12 yıl boyunca kendilerinin, birbirlerinin seslerine, güneşe ve ışığa hasret bırakıldı. Sessiz ve uzun bir inatla direndiler. En zor anlarda, bir annenin ‘direnmenin yolunu bulmalısın’ diyen sesi sardı yaralarını. Ve gün geldiğinde askeri diktatörlüğün adımlarını durduracak bir iradeyi gösteren halk, onların gün ışığıyla ve güneşle kucaklaşmasının da kapısını aralamıştı… Evet, 12 Yıllık Gece, insanların ve toplumların kendilerinden başka bir şeyden medet ummadan, öz güçlerine, kararlarına ve benliklerine dayanarak sürdürdüğü uzun bir inattı aynı zamanda… Sessizliğe gömülenlerden birisi olan Mujica’yı yıllar sonra hepimiz Uruguay devlet başkanı olarak tanımıştık…

Mujica kazanmıştı, ama devlet başkanı olduğunda ya da devlet başkanı olduğu için değil, olmasa da olurdu… Mujicalar, o dereyi kendi yataklarından akıtmaya başladıklarında ve ona sahip çıkmak adına uzun bir inada sarıldıklarında kazanmıştı… Şimdi herkes kazanmanın, başarmanın yollarını anlatıp duruyor ya aldırmıyoruz biz buradan yürüyoruz… İnatla…