Bu toplumsal travmayı aşabilmenin yolu deprem sonrası ortaya çıkan tüm olumsuz duyguları göğüsleme cesaretinden geçer. Gidenler içimizde yaradır ve kalanlar için yaşam artık bambaşka bir şeydir. Artık hiçbir şey içinden geçtiğimiz Şubat’tan sonra aynı olmayacaktır.

Uzun bir yolun başında

Nesli ZAĞLI

Her şey o güne kadar o kadar sevimsiz, öngörülemez ve bunaltıcı gidiyordu ki. Aklı selim insanlar memlekette neler olup bittiğinin; siyasi, hukuki ve ekonomik yutulmanın buz gibi farkındaydı. Günler bağırıp uyanmak istediğimiz kötü rüyalar gibi sürüyordu. Bir şeylerin çok yanlış gittiğinin bal gibi farkındaydık ama işte büyük harflerle bu ülkenin kaderine başkaldırmanın bedeli ağırdı. Biz ağırdık. Sanki üstünde yaşadığımız toprakla beraber tüm ağırlığımızla yerin merkezine doğru çöküyorduk. Seçim diyorduk, hele bir seçim olsun. Ama seçebilecek olmanın müphem olasılığı bile bizi hafifletmiyordu. Bu ülkenin 6 Şubat 2023 tarihiyle birlikte altında kaldığı enkaz, yıllar içerisinde birikti ve biz bir sabah hep beraber altında kaldık. Bir yüzyıllık bir ömürde deneyimlenebilecek her duyguyu depremin ardından günbegün, anbean yaşadık. Bu depremin, bu felaketin, bu katliamın bize getirdiği şey kalbimize bir ok gibi saplanan tüm ağır duyguların yelpazesinde buz kesmek oldu. Acı, korku, isyan, umut, öfke, utanç, çaresizlik, yas, inat ve hüzün belki de ilk var oldukları günden beri bu kadar net ve soğuk bir gerçekliğe dönüşmemişlerdi. En azından bize öyle geldi…


Olumsuz duyguları taşıyabilme yetisi açısından gelişmiş bir toplum değiliz. Aslında evrensel anlamda yası işlemeye hizmet eden ritüeller açısından oldukça da zenginiz. 7’si, 40’ı, 52’si, duası, helvası derken yitirilenlerin ardından sorumluluk gördüklerimizle uğurlamaya önem veririz. Ama bu kez her şey çok farklı. Bu kez uğurlamak çok güç. Kendini bilmezlerin salaları göğüs kafesimize bir bıçak gibi saplandı. İnsan sayısını bile tam bilmediği kayıpları nasıl uğurlar? Mumlar yakıyor, bağışlar yapıyor, dualar okuyoruz. Mumlar insanlığa dair son iyi niyetlerimizi eritiyor, bağış yapılan kurumlar ticarethane çıkıyor, dualar dilimizde küfre dönüyor. Etrafımdaki yüzlerce insanla konuşurken “Üzgün değil, öfkeliyim ben” sözlerini işittim. Çok haklılardı, ortada öfkelenecek çok şey, bağışlayabilecek az şey vardı. Kendi öfkemi aradım katman katman acının içinde. Buldum, gördüm ama dokunamadım. Tuzağa düşürülmüş gibi hissettim kendimi. Acının tüm çökkünlüğünü kabul etmenin bedelini, sımsıcak ve kızıl bir öfkeden menedilmekle ödedim. Ama yerin üstünde dimdik tuttuğunuz alev alev öfkeniz bana umut oluyor. Sakın söndürmeyin! Bu sahte, acımasız düzeni al aşağı ederken bize lazım olacak.

6 Şubattan beri bir tek gün sosyal medyadan ayrı durmadım. Bu bilinçli ve istemli bir karardı. Bir felaketin ardından olup bitenlere, aramama kurtarmamalara, hırsızlıklara, kayıplara, acı yakarışlara kulaklarımı hiç kapamadım. Ama kendini bir nebze olsun olup bitenin ağırlığından korumaya çalışanlara da saygı duydum. Kayıplar için olamasa da kalanlar için bir şeyler yapmak gerekiyordu ve bunun için tam olmalı, ayakta durmalıydık. Ama sosyal medyada sesini duymadığım her ağıt için suçlu hissetmek istemedim ve yüreğime saplanan her kelimeyi dinledim. Bu dönemi böyle deneyimlediğime pişman değilim. Yaşamı hedefler, hayaller ve mutluluklar peşinde bir maraton gibi algılayan düzen sevicilere inat; kalbimi, zihnimi ve acımı yavaşlattım. Yer çekimli bir karanfil gibi, elden ele büyüdü tüm duygular. Korksam da kaçmadan, kaçsam da ilk köşe başından geri seğirterek acı, hüsran, kaygı, isyan ve tüm duygularımın içinde durabilmeyi deneyimledim. Şimdi anlıyorum ki yaşam bazen anestezisiz bir ameliyat ve duyuların keskinliğine güvenmek gerekiyor.

Yaşamın bir algoritması var ve bazen önlenemez şekilde hata veriyor. Çünkü doğanın da yaşamın da algoritmasıyla oynayan birtakım kötücül erk sahipleri var. İnsan eliyle, toplum eliyle, doğa eliyle, devlet eliyle diye ayırmak 21. yüzyıl sistematiğinde ahmaklıkla eşdeğer. Hele hele doğanın çıkar çevrelerince iğdiş edildiği bu düzende bir felaketi kader diye adlandırmak büyük bir insanlık suçu. Bu ülkenin tarihi ihmal ve istismar tarihidir. Bu ülke hiçbir kaybın, cinayetin, katliamın yasını tutamadı. Bir çeyrek yüzyılda ’99 depreminin acılarını saramadı. Çünkü şimdi de olduğu gibi katil zanlılarının olay mahalini son ziyareti sonrası bölge kaderine terk edilmek istendi. Peki bunu değiştirebilir miyiz derseniz, büyük inançla evet demek isterim. Unutmadık, unutmayacağız, affetmeyeceğiz, helalleşmeyeceğiz demek isterim. İşte öfkenin tam da burada devreye girmesi, palazlanması, birleşmesi ve yüzyılların makus talihinden makas değiştirmesi gerek.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şey yaşadığımız felaketi zihinsel olarak konumlandırmak, olaya eşlik eden duygu repertuarını fark etmek, acıdan ve kaygıdan koşturarak kaçmadan, duyumsayarak ve iyileşmek için canlanmaya ve direnmeye pay bırakarak deneyimlemektir. Kaybedilen yüz binlerce canın en gür ağıtını yakabilmek için bu deneyimin kıyısında durabilmeliyiz. Deneyimin kıyısında durabilmek ne demektir? Öncelikle karşımızdaki ötekinin duygusunu derin bir empatik süreçle algılayabilmektir. Kilometrelerce uzakta, hiç tanımadığımız bir insanın hissettiği çaresizliği iliklerinde duyumsamak demektir. Karşımızdaki insana çare olamasak da, onun buhranından korkmamak, acının sesini, yasın sessizliğini onunla birlikte duyabilmek demektir. Toplumsal anlamda baktığımızda da, seni kaybınla ve acınla sarıp sarmalamayı göze alıyorum demektir. Anlayacağınız üzere deneyimin kıyısında durmak zor iştir ancak bu toplumsal bir iyileşme için elzemdir. Eğer gerçeği, kaybı, acıyı inkâr edersek, ağrıyan zonklayan parçayı kesip atmak istersek geçici bir rahatlama sağlarız. Acıdan kaçmış, yas tutmamış bir toplum er ya da geç bir türlü iyileşmeyen kısımların küfünden etkilenir.

Kısacası bu toplumsal travmayı aşabilmenin yolu deprem sonrası ortaya çıkan tüm olumsuz duyguları göğüsleme cesaretinden geçer. Gidenler içimizde yaradır ve kalanlar için yaşam artık bambaşka bir şeydir. Artık hiçbir şey içinden geçtiğimiz Şubat’tan sonra aynı olmayacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz tüm olumsuz duyguları kabul ederken empatiye, dayanışmaya, yardımlaşmaya, güçlenmeye, adaleti tesis etmeye ve direnmeye her zamankinden çok ihtiyacımız var. Bunun örneklerini yakın, uzak, basit, karmaşık, yerel, global, politik, sosyal bağlamlarıyla gördük. Bundan sonrasında da artırarak devam ettirmek gerekecek. Bu söylediklerimin hepsi yoğun, gerçek, tiz duyguları asaletle üstümüzde taşıyabilmekle mümkün olacak. Örneğin hep beraber tuttuğumuz bu yas, insana, yaşamsallığa ve hayata verdiğimiz değeri mümkün kılacak. Sosyal medya dijital bir taziye evi hale gelmişken, arkada kalanlar gidenlerine kelime kelime, harf harf ağlarken biz de insan öykülerine verdiğimiz değeri tekrar konumlandıracağız. Deprem sonrasının ilk anlarından beri güç sahiplerinin kirli oyunları, vurdumduymazlıkları, karanlıklarına duyduğumuz öfke ile de adaleti yeniden tesis etmenin yasal yollarına güç vereceğiz. Tüm bunları yaparken dinmeyen acımız bize yaramızı kimlerin açtığını hep hatırlatacak. Sabretmeyi öğrendiğimiz, inat etmeyi huy edindiğimiz ve umutsuzluklara alışmadığımız için mümkün olacak hesaplaşmak. Travmayı aşmakta duygular en büyük rehberimizdir.
Büyük felaketimizin üzerinden haftalar geçti. Acımız hâlâ çok taze. Depremi yaşayan onlarca şehir, milyonlarca insan, kayıplar, yaralanan ve sakat kalanlar, evini, işini, şehrini kaybedenler var. Belleğimizde ise ağıtların bıçak gibi keskin izleri. Upuzun bir yolun başında durmuş bekliyoruz. Sanki bir adım atsak boşluğa yuvarlanacağız. Ama mecburuz, bebek adımlarıyla da olsa yol almak kaçınılmaz. Öncelikle bu yasın hiç de kolay bitmeyeceğini, mevsimler gerektirdiğini unutmayacağız. İnsan olana temastan, dayanışmaktan ve tüm duygularımızı cesurca kapsamaktan geri durmayacağız. Ağıtsa ağıt, yassa yas hiçbir acı yalnız yaşanmayacak. Yol boyu kol mesafemizde bir canın bizim için orada olduğuna inanarak yol alacağız. Günü gelir, yolun sonu da görünür, berraklaşır insanca bir umut. O zaman işte karanfil elden ele.