Bakmayın Elif Çongur’un “Sonra bir kitabım daha çıktı ama boş verin onu, sporla ilgili değil o” demesine; her üç kitap da üslubu, dili ve güncel olanla bağıyla tutarlı bir çizgiye yerleşiyor

Uzun isimli yeşil kitapların yazarı

Barış Yıldırım

Elif Çongur, yazarlığını böyle özetliyor: “Uzun isimli yeşil kitaplar yazıyorum.” İlk kitabı Senin Adamın Gol Diyo ve son kitabı Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi, yazarın çoğunluğu hurriyet.com.tr’de yazdığı yazıların özenli bir şekilde gözden geçirilmiş derlemeleri. Bu ikisinin ortasına bütün gururuyla kurulan Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak, doktora tezinden yine özenli bir düzenlemenin ardından kitaplaştırılmış. Hepsi de uzun isimleri ve yazarının gözleri gibi yeşil kapakları, bir de tarihten çekilip çıkarılmış kapak görselleriyle dikkat çekiyor. Bu tarih kısmı çok önemli, çünkü yalnızca ulusal tarihi değil yazarının bireysel tarihini de yansıtıyor.

Çongur’un yazıları daldan dala gezerken en çok stadyumların büyük projektör direklerine konsa da tiyatro akademisyenliğinin yazım macerasına damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezun olduktan iki yıl sonra, 2002’de aynı bölümde çalışmaya başlayan Elif Çongur, yüksek lisans ve doktorasını da burada tamamladı. Uzun yıllar Türk Tiyatrosu, Türk Sineması, Dramaturgi, Metin Çözümlemesi, Kültür-Sanat Edebiyat ve Araştırma Yöntemleri dersleri verdi. Spor tutkunu bir ailede büyümesi, buz pateni milli sporculuğu ve sonra antrenörlüğü de dahil olmak üzere sporun birçok alanıyla hemhal olması, üzerine bir de akademisyenliği Çongur’un yazılarına çok özgün bir bireşim halinde yansıyor.

Tiyatro ve ulusal kimlik
Elif Çongur’un akademik faaliyetlerinden bahsederken geçmiş zaman kullanıyoruz, çünkü o bir muhrec akademisyen. Metin And’ların, Sevda Şener’lerin, Turgut Özakman’ların Nurhan Karadağ’ların, Sevinç Sokullu’ların kırmızı taşlarını ince ince yonttuğu Dil-Tarih Tiyatro geleneğinden gelen birçok hoca gibi o da ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ bildirisine imzasını gururla koyduğu için üniversiteden atıldı. Şimdi İmge Kitabevi Yayınları’nın editörü. Malum, DTCF Tiyatro Bölümü, KHK rejiminin atardamarlarını en çok somurduğu akademik mahreçlerden. Lakin sanılmasın ki bu mahreçten ihraç edilen muhreçler, entelijansiyamızın haricinde kaldılar. Tersine, en az eskisi kadar üretmeye devam ediyorlar.
2017 Şubat’ında Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilmesinden tam bir ay sonra yayımladığı Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak özelde tiyatronun, genelde sanatın ulusal kimliğin inşa sürecinde oynadığı başat role odaklanan kapsamlı bir çalışma. Bakmayın Çongur’un “Sonra bir kitabım daha çıktı ama boş verin onu, sporla ilgili değil o” demesine; her üç kitap da üslubu, dili ve güncel olanla bağıyla tutarlı bir çizgiye yerleşiyor.

Her iyi tarihsel çalışmada olduğu gibi bugünü anlamak üzere dünü konuşan Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılan ve dönemin kültürel hayatına damgasını vuran bir dizi tiyatro oyunu ve opera eserine bakarak dönemin ruhunu betimliyor. Mustafa Kemal bu sahne eserlerinin bazısına daha yazıldıkları andan itibaren müdahil olmuş, sahnelenme aşamalarında bir dramaturg gibi çalışmış. Denebilir ki, heykel ve tiyatro bu dönemin yıldız sanatları. Her iki disiplin de ‘önder’in bedeninden yola çıkarak bir Türk ulusal kimliği inşa etmeye yönelmiş. Tiyatro bunu yaparken -kitapta canlı ayrıntılarla aktarıldığı üzere- tarihe, mitlere, fakat bunlardan da daha çok ‘icat edilmiş gelenek’lere ve ‘ulusal alegoriler’e yaslanmış.

Dönemi kasıp kavuran bu oyunların bırakalım konusunu, adını bile bugün yalnızca az sayıda uzman ve ilgilinin biliyor olması çarpıcıdır. Kitap bizi 1930’lar Türkiyesine götürerek Türk modernleşmesinin unutulmuş eserlerinin konuları ve replikleri arasında dolaştırırken, bunları üreten aklın siyasal yaşamımızın genetiğine ne denli sirayet ettiğini gösteriyor. Belki dünün ‘muasır medeniyet seviyesi’ tartışmalarıyla bugünün ‘Büyük Türkiye’ söylemleri arasındaki akrabalık ilk etapta göze çarpmayabilir ama örneğin ‘iç düşman - dış düşman’ zihniyetinin kesintisizliğini gözden kaçırmak mümkün değil. Üç çeyrek yüzyıl önce yazılan satırların bize bugün nasıl da tanıdık ve güncel geldiklerini görünce yaşadığımız şaşkınlık ‘devlet aklı’ denen şeyi anlamak açısından çok anlamlı.

Elif Çongur böyle ‘ağır’ meselelerde kalem oynatıyor oynatmasına ama daha ‘eğlenceli’ alanları da hiç boş bırakmıyor: Her iki kanatta da top koşturan, sahneleri irdeleyip sahalarda devleşen bir oyuncuyla karşı karşıyayız sayın seyirciler.
Spordan anlamayanlar ve spor tutkunları için iki kitap

Spor yalnızca spor değildir, biliriz de, başka ne olduğu konusunda o kadar emin değilizdir. Endüstriyel ölçekte pazarlanan rekabet olarak spor her yerde öyle hazır ve nazır ki, olgunun başka yanları kendisine bir düşünüm alanı açamıyor. En tipik örnek elbette dünyanın ve Türkiye’nin en popüler sporu. Bir oyun olan futbolun oyun olma niteliği, hakkındaki tartışmaların ancak küçük bir kısmına konu olabiliyor.

Elif Çongur kaçınılmaz olarak, oyun içinden çok daha fazlasını vaat eden oyun dışını seviyor. Oyun dışının en önemli parçasını aslında taraftar oluşturuyor ve Çongur’un spor yazarlığı taraftarın, yani sıradan insanın, yani halkın spora bakışını, fakat uzman bakışını yansıtıyor. Her şeyden önce profesyonel bir spor izleyicisi ve taraftarı o. Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi’nde şöyle diyor: “Ömrüm oldukça yazarım. Hiç üşenmem bi daha yazarım: “Kulüpler yöneticilerin, başkanların, şunun bunun kimsenin değil, taraftarlarındır. Taraftar dediğim de müşteri falan değildir; takımların, tribünlerin, renklerin gerçek sahibidir.” Oyunun dışı demişken, bir de oyunun hemen dışında duranlar var ki, onlar çok önemli: “Top toplayıcı çocuklar,” diyor, “galiba, en çok, bi şeyi sevip peşinden koşmayı hatırlatıyor bana. Âşık olup emek vermeyi. Hep yanında, yakınında, hatta dibinde olmak istemeyi.” Hakikat bütündeyse, Çongur bize spor olayını manşetlere çıkanın çok ötesine taşan bütünlüğüyle anlatıyor.

Yazarın dramaturgi hocası kimliği yazıların kurgusuna öyle iyi gizlenmiş, adeta gömülmüş ki, özgeçmişe bakmadan bu bağlantıyı anlamıyorsunuz, ama sürekli bir şüpheyle alnınızı kırıştırmadan da edemiyorsunuz. Nedir hiç ilgilenmediğin konuda bile sayfalarca okunmanın sırrı? Mesela benim, futbolla hayatı boyunca ilgilenmemiş birinin, Galatasaray’ın Neuchatel karşısında aldığı galibiyetin öyküsünü gözüm yaşararak okumamı sağlayan şey nedir?

Düğümler, gerilim, sürprizli sonlar ve ters köşelerle kendini gösteren yazım ustalığı yazarın alâmetifarikası. Bir de ‘bağlama virtüözlüğü.’ Elif Çongur toplumsal hayatımızın en alakasız görünen yanlarını spora öyle yerlerden bağlıyor ki “Ne alaka?” demiyoruz, “Vay be, bu alakayı neden kurmamıştık ki?” diyoruz. Böylece sporun yalnızca spor olmadığı gerçeğini özdeyiş düzeyinden deneyim düzeyine terfi ettirebiliyoruz.

EN GÖRÜNMEZ KÖŞELERDE DAMGALARINI VURUYORLAR
Edebiyatın, müziğin, sahnenin ustaları bazen sahnenin tam ortasına çıkıp tirat atıyorlar Çongur’un yazılarında. Bazen de arkada bir yerlerde, en görünmez sanılan köşelerde, üstelik hiç ışık almadıkları halde damgalarını vuruyorlar anlatıya. Haldun Taner, Ahmet Kaya, Kazım Koyuncu, Turgut Özakman, Ahmed Arif, Leyla Erbil, Erol Evgin ve daha nice kültürel figür ellerini Maradona’ya, Alex’e, Sait Hopsait’e, Lefter’e, Metin Oktay’a, Vedat Okyar’a uzatıyorlar. Ortalarına da Berkin’i, Ali İsmail’i, Soma’nın işçilerini, Sivas’ın semah duranlarını, Ankara katliamında düşen öğretmen Ata Önder Atabay’ı, cansız bedeni panzer ardında sürüklenen Hacı Lokman Birlik’i, ellerini bir tanrıça gibi havaya kaldırmış Havva Ana’yı alıp, sanki hep birlikte takılırlarmış da biz denk gelmemişiz gibi, geçip poz veriyorlar kameraya.

“Sabahattin Ali’nin, Nâzım Hikmet’in, Nubar Terziyan’ın, Ruhi Su’nun, Yılmaz Güney’in memleketlisi” olmanın, “Kemal Sunal’ı görüp, Ahmet Kaya’yı dinleyip, Zeki Müren’i sevmiş olmanın, İhsan Yüce gülüşünü görmenin” sahici gururu boğazımıza takılıyor.

YAĞ GİBİ KAYIP GİDİYOR DİMAĞIMIZDAN
Sinemayı, Yeşilçam’ı, onun musiki ile dansını Çongur’un her iki spor kitabının yazı başlıklarından okumak mümkün: Benzemez Kimse Sana, Sus Be Çocuk, Göründüğü Gibi Değil Açıklayabilirim!, Gezi’yi Unutmak mı? Delisin!, Sevim Koş Alex Gelmiş, Yalan da Olsa, Ağlayın Açılırsınız, Yan Rollerin Unutulmaz Oyuncusu… Ama daha derinden bir ilişki görüyoruz bakınca. Yeşilçam’ın o en çok Münir Özkul’la sembolleşen yanına anıştırmalarla; dayanışma ahlakı ve spor ahlakı arasında giderek zayıflayan bağa yeni iğler eklemek istiyor Çongur. Rakip takımın futbolcusunu “Bu çocuk büyük futbolcu olacak, aman dikkat edin, tekme gelmesin,” talimatıyla koruyan Baba Hakkı’dan, deprem kurtarma çalışması yaparken hayatını kaybeden Japon doktoru “Çekik gözlü kardeşim” diye selamlayan Beşiktaş taraftarına; “Ayaklarda iki çelik, kalplerde bir heves”le bir sporu ülkede var etmeye çalışan buz patencilerinden, kendisini selamlamak için sahaya inmiş taraftarda Hırvat bayrağı değil Yugoslav bayrağı görmek isteyen Divac’a; stadyumda yer yerinden oynarken yanındaki top toplayıcı çocuğa sarılan Pereira’dan görsel bir sporu kulaklara resmeden radyo spikeri Hüseyin Başaran’a sporun Mahmut Hoca’ları, Yaşar Usta’ları deyim yerindeyse yağ gibi kayıp gidiyor dimağımızdan.

Bu sonuncusu -radyoda maç anlatma sanatı- meşhur bir kalıp sözüyle üçüncü kitabına adını veriyor. “Gözümüzle görmediğimiz bir şeyin, bize ısrarla gösterilmeye çabalanması” diye tarif ediyor radyo spikerliğini Çongur. “Kendi gözünle görmediğine başkasının gözüyle inanmak, kulağınla sınamak. Nasıl imkânsız görünüyor. Ne teferruatlı iş.” Fakat televizyonda maç anlatmak da bundan daha az büyülü değil: “Seyircinin de aynı anda, aynı biçimde gördüğü şeyi sanki görmüyormuş gibi anlatmak. Gözü gözle sınamak. Ne zor iş. Nasıl gereksizmiş gibi görünen ama yokluğunu düşünemeyeceğimiz bi şey.”

Elif Çongur’un her yazısı kendine has mimarisi ve göndermeleriyle bizi de yazı sanatının dallarına kondurup uçuruyor. Ama yalnızca yazının değil dünyanın da dallarına. Bir yandan “dönüp dönüp geçmiş bahar mimozaları kokluyoruz” bir yandan bugün, bu çağda, burada yaşıyor olmanın ağrısından pay alıyoruz. “Yarın çok pişman olacağız ama çok geç olacak aklımızı başımıza alalım” cümlesi, yalnızca çatışmalı geçen bir maç akşamına dair olamaz, değil mi?