Sermayenin, bu yapısal krize karşı, kârlılığı yeniden yükseltmek (restore etmek) amacıyla temelde emek ile kurduğu ilişkiyi dönüştürmesi gerekiyordu. Ama bunun önünde bir dizi engel vardı

Uzun kriz, uzun faşizm

GENCER ÇAKIR

Bugün gerek siyasi gerek iktisadi gerekse sosyal yönüyle toplum yaşamında sarsıntılar yaratan olayların nedenleri üzerine kafa yorarken, çoğu zaman 2008 Krizi'ni milat almak gibi bir “hata”ya düşüyoruz. Böyle yapmak, nedenlerle değil sonuçlarla oyalanmak gibi geliyor bana. Bugünün dünya konjonktüründe sağın hızlı bir tırmanış yakalaması; işçi ve emekçiler üzerinde devletin hiç olmadığı kadar baskıcı, hiç olmadığı kadar tavizsiz bir pozisyonda yer alması; ekolojik dengenin geri dönüşsüz bir biçimde bozulması; emperyalist savaşların sürekli hale gelişi; işçi ve emekçilerin soldan ziyade sağa, hatta radikal sağa ve faşizan eğilimli partilere yönelmeleri… Tüm bunlar, sadece 2008 Krizi ile başlatılarak açıklanamaz. Az önce sıralananlar, birkaç on yıla yayılan bir süreçte olgunlaşıp bugün “meyve” vermektedir; ve hiç şüphesiz 2008 krizi de bu sürecin bir “meyve”sidir.
Eğer bir “milat”tan bahsedilecekse, bu, her şeyden önce 1970’lerin ortası olmalıdır. Elbette, bu “milat” da kendisinden önceki birkaç on yıllık bir sürecin sonucudur. Böyle bile olsa, yine de bir başlangıç almamız gerekiyor, eğer “Büyük Patlama”ya kadar geri gitmek istemiyorsak…

•••

1970’lerin ortası, hem kapitalizmin dünya krizine denk düşen bir “an”dır hem de sermayenin dünya çapında işçi ve emekçilere karşı azgın bir saldırıya geçmek için hazırlıklara başladığı, deyim yerindeyse, yığınak yapmaya başladığı bir “an”dır.
1970’lerin ortasında, bir önceki uzun canlılık dönemini sona erdiren kriz temel olarak bir kârlılık krizi olarak açığa çıkmıştı. Dünya çapında, özellikle de ileri kapitalist ülkelerde, sermayenin organik bileşimindeki artışa bağlı olarak kâr oranında bir düşüş yaşanmıştı. Marksist iktisatçı Anwar Shaikh’e göre bu krizin somut bazı kalıpları şunlardır: birim ürün ve birim emek başına yükselen miktarda sabit sermaye; yükselen emek üretkenliği; üretkenliğin gerçek ücretlerden daha hızlı artması; canlılık yıllarında bile düşen bir kâr oranı; düşen kâr oranının toplam kâr miktarının yerinde saymasına yol açması; kârların yerinde saymasının krize yol açması; kriz aşamasında gerçek kârların, ücretlerin, sermaye piyasası indekslerinin düşüşü ve yanı sıra şirket iflaslarının ve işsizliğin yükselişi, toplumsal sefaletin artışı; krize karşı “çözüm” olarak ücret ve sosyal sigorta ödemelerine, çalışma koşullarına, toplumsal amaçlı programlara karşı artan ölçekte bir saldırı.1

Sermayenin, bu yapısal krize karşı, kârlılığı yeniden yükseltmek (restore etmek) amacıyla temelde emek ile kurduğu ilişkiyi dönüştürmesi gerekiyordu. Ama bunun önünde bir dizi engel vardı. Emek piyasaları çok “katı”ydı. Kapitalistler, emekçilerin örgütlülüğü dolayısıyla, emek sürecinde despotik bir gerçek boyunduruk kurmaktan henüz uzaktı. Ayrıca devlet çok fazla “düzenleyici” ve “koruyucu”ydu. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası ile 1970’lerin sonu (ya da 1980’lerin başı) arasında yer alan dönem boyunca özel sermayenin önünde şu tür “bariyerler” vardı: yatırım ve kredi düzenlemeleri; ticari korumacılık; sabit döviz kurları; sermaye denetimleri; iş yasaları/toplu iş sözleşmeleri; çok büyük kamu sektörü. Bu “bariyerler” otuz yıla yayılan sermayenin yeniden yapılanma süreci boyunca büyük ölçüde kaldırılmıştır. Öyle ki bugün itibariyle özel sermaye kamu sektörünü giderek küçültme ve yanı sıra işçi hakları ve anlaşmalarına saldırıya devam ederek bu “bariyerleri” hâlâ aşındırmaktadır.2

Sermayenin yeniden yapılanması hem sermayenin kendi içinde hem sermayenin işçi sınıfıyla ve hem de bir bütün olarak sermaye-emek-devlet üçlüsünün sermayenin tam ve katı bir egemenliği altında gerek emek sürecinde gerekse emek piyasalarında yeniden dönüştürülmesini içermektedir. Kârlılık krizinin baskısı altında sermaye düşük bir kâr oranının caydırıcı etkisi ile fiziki yatırımlardan olabildiğince kaçınmış, finansal alana gözünü dikmiş ve burayı bir “değerlenme” alanı olarak uzunca bir süre terk etmemiştir. Fiziki yatırımların yanı sıra mal ve hizmetler mübadelesi aleyhine olacak şekilde finansal işlemlerde muazzam bir genişleme yaşanmıştır. 2008 yılı itibariyle, finansal işlemler ile uluslararası mal ve hizmetler mübadelesi arasındaki oran 1’e 33.3’tür. Yani birkaç on yıllık süre boyunca finansal işlemler mal ve hizmetler mübadelesini oldukça aşmış ve 2008 yılı itibariyle ikisi arasında 33.3 katlık bir fark oluşmuştur. Kapitalizmin tarihinde buna benzer bir şey daha önce hiç yaşanmamıştı.3 Ve 2008 Krizi'nin yapısal nedeni de önemli ölçüde bu gelişime bağlıdır: Aşırı şişen finansal işlemler dünyasının üretim sektörünce taşınamaması ve çökmesi.

Hem sadece bu kadarla kalınmış değil. Sermaye hem emek sürecinde hem de emek piyasalarında gerçek bir boyunduruk kurmak istiyordu. Bunun için ücretler baskılanmalı; sendikalaşma geriletilmeli; sosyal harcamalar azaltılmalı; istihdam daraltılmalı; kamu sektörü küçültülmeliydi ve yanı sıra emek piyasalarındaki “katılık”lar esnetilmeliydi. Diğer yandan emek süreci de buna uygun bir dönüşüme uğratılmalıydı. Burada “yalın üretim” anahtar kavram olarak öne çıkıyor. Yalın üretimde amaç, sermayenin emek üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak, emek üretkenliğini ve yoğunluğunu artırmak, bu sayede maliyetleri düşürmek ve artık değer miktarını yükseltmektir. Yalın üretimin iki boyutu vardır; bunlardan biri emek süreci ve işletme içinde işçilerin yönetilmesi ile ilgilidir, diğeri de işyerinin parçalanmasını sağlayacak bir gelişmeyle, büyük ölçekli işletme ile küçük ölçekli işletmeler arasındaki bir ilişkiyle ilgilidir.4

Sermaye karşısında emeğin örgütlü gücünün un ufak edilmesi, birkaç on yıllık sürede, emek maliyetlerinin aşağıya çekilmesi, istihdamın azaltılması, işsizliğin çığ gibi büyümesi, sendikal örgütlülüğün geriletilmesi ve gelir dağılımında da muazzam bir farkın oluşmasına yol açmıştı. Bu konuda çeşitli raporlara da yansıyan belli başlı veriler oldukça öğreticidir. Örneğin dünya ekonomisi bazında reel ücretlere dair genel bir karşılaştırma yapıldığında, küresel ölçekte 1950-1973 ile 1973-1996 dönemleri itibariyle imalat sanayi reel ücretlerinde çok ciddi bir farklılaşmanın olduğu ortaya çıkmaktadır. 1950-73 aralığında imalat sanayi reel ücretleri yüzdelik bazda 2.2’lik bir değerdeyken 1973-96 aralığında aynı değer 0’a düşmüştür.5

1975-2006 arası dönemde AB-15, Almanya, ABD ve Japonya için toplam gelirler içinde ücret payındaki değişim ise şöyledir: 1980 yılı itibariyle, adı geçen ülkelerde, ücret payı kabaca %70 ile %80 arasındaydı. 2005 yılı itibariyle, adı geçen ülkeler için bu oran kabaca %66 ile %62 arası bir düzeye gerilemiştir. 6

1970’li yılların ortasında başlayan krizle birlikte sosyal harcamalarda da çok ciddi düşüşler yaşanmıştır. Japonya’da 1960-75 arası dönemde 8.5 olan bu değer 1980-85 aralığına gelindiğinde 3.2’ye düşmüştür. Almanya için ise 4.8 olan değer 1980-85 aralığına gelindiğinde 0.7’ye düşmüştür. G-7 ülkelerindeki gerileme ise çok daha fazladır: 7.6’dan 2.6’ya. Krizle birlikte, bir önceki dönemde emeğe dönük olarak yapılan sosyal harcamaların adım adım tırpanlandığı görülmektedir. 7

İşsizlik verilerine bakıldığında manzara şöyledir: ABD, Japonya, Almanya, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya’da çalışan nüfusun yüzdesi olarak işsizlik oranları 1970 yılı itibariyle, en düşük düzeydeydi (%0 ile %6 arasında bir değerde). Kârlılık kriziyle birlikte (ve 1995’e doğru) bilhassa Fransa, İtalya ve Almanya özelinde işsizlik oranlarında muazzam bir artış yaşanmıştır (%10 ile %12 arasında bir değere tırmanmıştır işsizlik oranı).8 İşsizliğin artışı, hem emekçiler arasındaki rekabeti artırır hem de onların sermaye karşısında kolektif eyleme kapasitesini aşındırır. Böylesi bir ortamda sendikalaşma oranlarındaki erime de hesaba katıldığında, bölüşüm mücadelesinde emeği dezavantajlı bırakan durum daha da açıklık kazanır.

Şimdi de sendikalaşma oranlarına göz atalım: 1980 yılından 2000’e uzanan süreçte Norveç, İsveç ve Danimarka gibi ülkeler dışında kalan tüm ülkelerde sendikalaşma oranlarında çok ciddi erimeler yaşanmıştır. Fransa’daki erime neredeyse yarı yarıyadır: %19  %10. Benzer şekilde ABD’de de neredeyse yarı yarıya bir erime yaşanmıştır: %23  %13.9 Danimarka ve İsveç’te örgütlenme düzeyinin yüksek oluşunun ve söz konusu dönem boyunca hemen hemen sabit kalışının (sırasıyla oranlar şöyle: %75 ve %78) bir nedeni, bu ülkelerde sendikaların işsizlik sigortasını yönetiyor olmalarıdır. Ancak peşi sıra iktidara gelen sağcı hükümetler, her iki ülkede, bu sigorta programının içini boşalttıkları için 2007-2008 yıllarında İsveç’in en örgütlü sendikası olan İsveç İşçi Sendikaları Konfederasyonu (kısa adı LO), 1.9 milyonluk üyesinden 200.000’ini kaybetmek durumunda kalmıştır.

2011 yılı itibariyle, AB’deki toplam sendikalaşma düzeyi %23’tür. Özel olarak Alman sendika konfederasyonu, 1991 yılında üye sayısında zirveye ulaştıktan sonra, 2011 yılına gelinceye dek adım adım kan kaybetmiş ve üye sayısında %48 oranında bir erime yaşamıştır.10

•••

Burjuvazi birkaç on yıla yayılan süreçte, emeği dört bir koldan kuşatarak, işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırarak emek maliyetlerini olabildiğince aşağıya çekmeye çalıştı. Yukarıdaki göstergeler, burjuvazinin bu savaşta galip geldiğini gösteriyor. Neoliberalizm nedir? diye bir soru sorulsa, bunun cevabı şüphesiz şu olurdu: Kapitalist sınıfın, işçi sınıfının “boyunduruğundan” çıkmak/kurtulmak için “isyan” etmesidir. Bir nevi devrim; emek cephesi tarafından bakıldığında ise karşı-devrim!

Bugün bu karşı-devrimin sonuçlarını yaşamaktayız. Örneğin ABD’de Trump’a en fazla oy atılan eyaletlerdeki sendikalaşma oranlarına bakıldığında görülecektir ki, sendikal örgütlülüğün düşük olduğu (kabaca oran %10 ve aşağısıdır) eyaletlerde Trump’a daha çok oy atılmıştır.

Emeğin dört bir koldan kıskıvrak yakalanması faşizm olarak ele alınmayı hak etmiyor mu? Olağanüstü zamanlarda birkaç yıl içinde faşist iktidarların yapabildikleri/yapabilecekleri “şeyler” sadece birkaç on yıla yayılan bir mücadele süreci içinde burjuvazi tarafından gerçekleştirilmiş bulunuyor. Eğer zamandaki “kısalık” ve “uzunluk” bir kriter olmayacaksa, o halde 1970’lerin ortasından bu yana, emeğin her yönden adım adım geriletilmesi pahasına sermayenin kârlılığını restore etmesi sürecini yalnızca uzun kriz değil, bir uzun faşizm dönemi olarak adlandırmak çok da yanlış olmayacaktır.

Kaynaklar
1 Bkz. Anwar Shaikh, “Günümüz Dünya İktisadî Bunalımı: Nedenleri ve Anlamı”, Onbirinci Tez, sayı no: 1, 1985, s. 91.

2 Daha detaylı bilgi için bkz. Asbjørn Wahl, Refah Devletinin Yükselişi ve Düşüşü: Avrupa’da Sosyal Devletin Çöküşü, İstanbul: h2o kitap, 2015, s. 63, şekil 2.1 ve s. 75, şekil 3.1.

3 Bkz. Asbjørn Wahl, age, s. 81, şekil 3.4.

4 Bkz. Sungur Savran, “Yalın üretim ve esneklik: Taylorizmin en yüksek aşaması”, Devrimci Marksizm, sayı no: 3, 2007, s. 146.

5 Bkz. Robert Brenner, The Economics of Global Turbulence: The Advanced Capitalist Economies from Long Boom to Long Downturn, 1945-2005, London and New York: Verso, 2006, s. xxvii, tablo 1.

6 Bkz. Asbjørn Wahl, age, s. 105, şekil 4.2.

7 Bkz. Robert Brenner, age, s. 148, tablo 10.1.

8 Bkz. Asbjørn Wahl, age, s. 102, şekil 4.1.

9 Bkz. Asbjørn Wahl, age, s. 104, tablo 4.1. 2011 yılı itibariyle ABD’de sendikalaşma oranı %11.1’dir.

10 Bkz. Asbjørn Wahl, age, s. 103.