Google Play Store
App Store
Vahabi tehdidi ve yayılmacılığı

BEHLÜL ÖZKAN*

Arap İsyanlarının başladığı 2011’den bu yana AKP iktidarının Suriye’ye yönelik söyleminde bir unsur öne çıkıyor: Suriye toplumunun %10’unu oluşturan Arap Alevilerine dayanan Esad rejimi ülkeyi yönetemez ve kısa sürede devrilmelidir. Alevi azınlığın Sünni çoğunluğu ezdiği iddiasından beslenen bu mezhepçi bakış açısı Suriye gerçekleriyle bağdaşmıyor. Ortadoğu’nun baskıcı rejimlerinden Esad yönetimi 1970’lerden itibaren Suriye toplumunu oluşturan tüm kesimler nezdinde meşruiyet kazanabilmek için; Hristiyan Araplardan Sünnilere, Ermenilerden Türkmenlere kadar birçok farklı gruba iktidarın nimetlerinden pay verdi. Bunu demokratik ilkeler çerçevesinde değil de, otoriter liderin kontrolünde patrimonyal ilişkiler üzerinden yaptığını belirtmek gerekir. Suriye’de 2011 sonrasında rejim değişikliğine oynayan ve bunun aylar değil haftalar içerisinde gerçekleşeceğine inanarak muhalifleri silahlandıran AKP’nin dış politikasının çöküşünde yukarıda bahsettiğimiz siyasi yapı önemli rol oynadı. Esad rejimi iddia edildiği üzere ülke nüfusunun sadece %10’unu oluşturan Arap Alevilerine dayansaydı, 4 yıldır Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin desteklediği binlerce cihatçı savaşçıya karşı ayakta kalması mümkün olmazdı. Kaldı ki mezhepçi davranmakla suçlanan Esad rejiminin İhvan’ın Filistin kolu Hamas’a uzun yıllar arka çıktığını, Hamas lideri Halid Meşal’in 2001’den 2012’ye kadar Şam’da ikamet ettiğini vurgulayalım.

Mezhep savaşı değil, Vahabi yayılmacılığı

Suriye’ye yönelik mezhepçi bakış açısına son olarak “Halep Sünni İslam kentidir… Olay Şii kuşatmasıdır” diyerek Deniz Baykal da katıldı. Kendisini sosyal-demokrat olarak niteleyen bir siyasetçinin, çok farklı inanç gruplarının bir arada yaşadığı Halep’i mezhepçi sıfatla tanımlamasının garabetini bir kenara bırakalım. Burada daha da sorunlu olan tavır; Halep özelinde ve Ortadoğu genelinde yaşanan çatışmanın Şii-Sünni karşıtlığına oturtulmasıdır. Bahreyn, Irak, Yemen, Lübnan ve diğer birçok Ortadoğu ülkesinde yaşanan çatışmaların tıpkı Suriye’de olduğu gibi Sünnilik ve Şiilik arasında bir rekabet olarak yansıtılmasının önde gelen nedeni, mezhepçi örtüyle Suudi Arabistan liderliğinde bölgeyi adeta bir virüs gibi zehirleyen Vahabi yayılmasının gizlenmesidir. Suriye’de IŞİD başta olmak üzere El Kaide’nin Suriye kolu Nusra gibi silahlı grupların Vahabiliği benimseyerek Suudi Arabistan’ın bölgede kurmaya çalıştığı hegemonyaya hizmet ettiği ortadayken, Ortadoğu’daki sorunları Sünnilik-Şiilik zeminine oturtan her değerlendirme bilerek veya bilmeyerek Vahabi yayılmacılığının değirmenine su taşımaktadır. Türkiye’yi Suudi yörüngesine oturtan iktidarın, kendisini eleştirenleri “yerli” ve “milli” olmamakla itham ettiğini göz önüne alarak, AKP dış politikasının Türkiye’nin tarihsel geçmişinden nasıl koptuğuna yakından bakalım.

Vahabilikle savaşan Osmanlı

18. yüzyılda Arap yarımadasının Necd bölgesinde gelişen Vahabilik, İslam dini içinde her türlü farklılığı ret ederek, çoğulcu dini yapıyı barındıran Osmanlı idaresine karşı ayaklandı. Bugün Suudi Arabistan’ı yöneten Suud ailesi Vahabiliği kullanarak 19. yüzyılın ilk döneminde Osmanlı yönetimindeki Mekke ve Medine’yi işgal etti, kutsal mekânları ve mezarları yakıp yıktı. Yıllar süren çatışmalar sonunda isyanın lideri Abdullah bin Suud 1818’de yakalanıp İstanbul’a getirilerek idam edildi. Ancak Vahabilik hem Osmanlı yönetimini hem de İslam dini içindeki çoğulcu yapıyı tehdit etmeye devam etti. Öyle ki Osmanlı aydınları ve devlet adamları farklı mezhepleri tehdit eden Vahabilik üzerine araştırmalar yayınladılar. Osmanlı münevverlerinden Ahmet Cevdet Paşa Vahabiliği İslam’a karşı savaşan hariciler olarak değerlendirirken, Abdülhamit döneminde bahriye paşalığına kadar yükselen Eyüp Sabri Vahabiliğe karşı daha sert bir tutum takınır. Vahabileri sapkın ve bozuk düşüncelerini yayarak İslam’a zarar vermekle suçlar.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle karşı karşıya olduğu Ortadoğu cephesinde Suud ailesi önemli rol oynadı. İngilizlerle beraber hareket ederek ve onlardan ciddi silah ve maddi yardım aldılar. Osmanlının Ortadoğu’dan çekilmesinin ardından Abdülaziz ibni Suud, Şerif Hüseyin’in üzerine yürüyerek Mekke ve Medine’nin içinde bulunduğu Hicaz’ı ele geçirdi ve 1932’de Suudi Arabistan’ı kurdu. Tarihte ilk defa Vahabilik kendi bağımsız devletine kavuşuyor ve Arabistan yarımadasının büyük bir kısmını hâkimiyeti altına alıyordu. Vahabilik 20. yüzyılda köktendinci bir ideoloji olarak Arabistan’ın dışına yayılmayı hedeflerken, Suudi Arabistan’ın giderek artan petrol gelirleri burada önemli rol oynadı.

Afganistan dönüm noktası

Suudi Arabistan 1960’lardan itibaren Vahabiliğin diğer İslam ülkelerinde örgütlenmesi için ciddi girişimlerde bulundu. Türkiye’de Rabıta olarak bilinen Dünya İslam Birliği Arap-Amerikan petrol şirketi ARAMCO’nun yardımlarıyla 1962’de kurulurken, içinde Mevdudi ve Seyit Ramazan’ın da bulunduğu önde gelen İslamcılar Suudi Arabistan’ın etkisine giriyordu. Bu tarihten sonra kılık kıyafetten eğitime kadar birçok farklı alanda Vahabiliğin gücü İslam dünyasında kendisini hissettirmeye başladı.

Vahabiliğin yayılmasında 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi dönüm noktası oldu. Dünyanın her yanından Afganistan’a akın eden cihatçılar Vahabi tedrisatından geçti. Suudi Arabistan’ın giderek artan etkisinde, Vahabiliği hem komünizme hem de laik Arap milliyetçisi rejimlere karşı panzehir olarak gören ABD’nin büyük katkısı oldu.

Bugün gelinen noktada Pakistan’dan Nijerya’ya, Irak’tan Somali’ye kadar çok sayıda ülkede örgütlenen cihatçıların dünya görüşünü Vahabilik belirliyor. Tunus’ta yüzlerce yıllık geçmişi olan türbeler yıkılırken, Afganistan’da Bamyan Buda heykelleri, Suriye’de antik Roma şehri Palmira dinamitlerle köktendinci gruplar tarafından patlatılıyor. Her türlü özgürlüğe ve sorgulamaya karşı çıkan Vahabilik; kadını Ortaçağ karanlığına hapsederken, tüm mezhepler, cemaatler ve tasavvufi akımlar yoğun bir saldırı altında. Bundan Türkiye de nasibini almakta.

Suudi Arabistan’ın Türkiye’de etkisi artıyor

IŞİD’ın başkent Ankara’nın Hacıbayram semtinde etkili olduğu, militan devşirme merkezi açtığı, kendi kurduğu okulda çocukları eğittiği yolunda çok sayıda haber basına yansıdı. Vahabiliğin Türkiye’de artan etkisi Diyarbakır, Suruç ve en son Ankara’da ülke tarihinin en büyük terör saldırısını düzenleyen IŞİD ile sınırlı değil. El Kaide’nin Suriye kolu Nusra ve diğer köktendinci grupların safında bu ülkeye savaşmaya giden yüzlerce Türkiye vatandaşı Vahabi eğitiminden geçiyor.

Dahası hem dış politikada hem de askeri anlamda Türkiye tarihte hiç olmadığı kadar Suudi Arabistan ile birlikte hareket ediyor. En son iki ülke “stratejik işbirliği konseyi” kurarken, Suudi Arabistan’a ait savaş uçakları “hava savunma eğitimi” için Konya’ya geldi. Diğer yandan da Suudi sermayesinin iletişimden sağlık sektörüne, eğitimden bankacılığa kadar Türkiye ekonomisinde ağırlığını giderek artırıyor. Suudi sermayesinin kendi ideolojisini de beraberinde getirdiğini düşünürsek, önümüzdeki dönemde Türkiye üzerinde Suudi Arabistan’ın gücünü giderek artıracağını öngörebiliriz.

Vahabiliğin sosyal ve siyasal tüm damarlara sızarak Türkiye’yi etkisi altına almasının en başta AKP iktidarı farkında. Ancak Suudi Arabistan’ın kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüğü Mısır İhvanı ve Mursi’nin başına gelenlerden kendi hesaplarına ders çıkarmış olsalar ki, şimdilik Riyad’a karşı gelmek yerine onun yörüngesine girmeyi tercih ediyorlar. Bir dönem seçim meydanlarına damga vuran Rabia işaretinin otomobil camlarından ve sosyal medya profillerinden çıkarılmasını başka türlü açıklamak nasıl mümkün olacak? Tüm bunları yaparken kendilerini “milli” ve “yerli,” tüm muhalif ve eleştirel sesleri “hain” olarak nitelendirmelerinde, Vahabiliğin kendisi dışındaki tüm kesimleri “kâfir” ilan eden tekfirci dünya görüşünün ne kadar etkisi var dersiniz?

*Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi