Fevkalade şaşkın, öfkeli, üzgün ve adeta çaresiz haldeyiz. Meğer Kürt sorunu yokmuş, kökü dışarıdaymış... Meğer sadece İsrail

Fevkalade şaşkın, öfkeli, üzgün ve adeta çaresiz haldeyiz. Meğer Kürt sorunu yokmuş, kökü dışarıdaymış... Meğer sadece İsrail ve Ergenekon sorunu varmış. PKK de onların taşeronuymuş. Geldiğimiz/getirdikleri nokta aynen böyle.
Oysa bu sorun yıllardır ve yıllardır burada, kökü de kömeci de burada... Ama sorunu çözmüş gibi yaparak daha da vahim hale getirmeyi becerdiler işte.
Velhasıl ABD eliyle Kürt sorununu çözmeye yeltendiler. Beceremediler.
Cümle âlem biliyor ki, açılım dedikleri süreç, 5 Kasım 2007’de Bush ile Erdoğan arasındaki görüşmeyle başladı. Bu hiç de komplocu bir tespit değil. Zaten Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bile geçen yıl Ekim ayında açılımın alt yapısının 2007 yılındaki Dağlıca baskını sonrasında yapılan “diplomatik” çalışmalarla başladığının altını çizmişti.
Süreç, Obama yönetimiyle (ve onun verdiği neo-Osmanlıcılık gazıyla) sürdürüldü. Öncelikle Obama için hazırlanan Barkey raporunun gerekleri yerine getirildi. Kürtçe TV falan filan, iç kamuoyuna yönelikti. Asıl önemli olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile olan ilişkilerdi ve asıl ilerleme de bu cenahta sağlandı. Yani ABD için gerekli olanı da bu kadardı.
Yine de bu adımlar kamuoyunda, milliyetçi kesimler dışında bir nebze iyimser hava da yaratmıştı. Ne de olsa akan kan duracaktı. Yani Kürt sorununun adıyla sanıyla kabul edilmesi dahi çözüm için atılan bir adım sayılabilirdi ki... AKP hükümeti öncelikle bu noktadan çark etti, Kürt açılımı demekten vazgeçip Milli Birlik Projesi adını tercih etti.
Buna rağmen beklenti devam ediyordu. Kürt kamuoyunda çıta epey yükseltilmişti.  El altından bu sürecin PKK’nin toptan dağdan inip genel af ile sonuçlanacağı dahi söyleniyordu. Bu arada “Habur vakası” yaşandı. Öcalan ise “Çözün de nasıl çözerseniz çözün. ‘Ana dil Türkçe’ olsun deniliyor. Olsun. Benim için federasyon da konfederalizm de çok önemli değil” diye demeçler veriyordu. “Fethullah hoca”yı olumlu bulduğunu söylüyor, cemaat ile demokratik temelde karşılıklı yaklaşımlardan söz ediyor, PKK’nin de ABD ile Barzani-Talabani işbirliği türünden ilişkiler kurmasını dile getiriyordu. Öte yandan Sırrı Sakık, “çözüm adresi Türkiye coğrafyasıdır, TBMM’dir” diye sürece katkı sunuyordu.
Sonra DTP kapatıldı, KCK operasyonları başladı. Sivil Kürt siyasetçiler etkisizleştirildi. 1.500 Kürt çocuğu hapse tıkıldı.
Mazeretleri belliydi: PKK eylemleri!  PKK eylemlerinin de mazeretleri belliydi: AKP hükümetinin vaatlerini yerine getirmemesi! Ama mazeretlerin ötesinde işin aslı da belliydi: AKP de, PKK de ABD planında rol kapmayı hesaplamışlardı. İlk etapta AKP avantajlıydı, ikinci etapta rüzgâr AKP’nin tersine döndü, elleri boş kaldı.
İkinci etapta, yani son aylarda, burada ayrıntısına gerek olmayan malum gelişmeler neticesinde ABD ile AKP arasına mesafe girdi. AKP, ABD yönetimi indinde, her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran, kendisine verilen rolü epey abartan, figüranlıktan karakter oyunculuğuna geçmeye yeltenen bir aktör oluverdi. Obama ile Erdoğan arasındaki son konuşmanın içeriğini henüz bilmiyoruz, lakin bunun ipucunu bir gün öncesinden ABD'nin Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon, “Türkiye ABD’ye bağlılığını kanıtlamalıdır” sözleriyle zaten vermişti.
Hakikaten şu coğrafyada Kürt sorunu hiç mi çözülmeyecek? Gerçi bu sorunun konuşulmadık nesi kaldı ki? Bir tarafın çözümü, diğer taraf için sorun olmayı sürdürdükçe, en “demokratik” tartışmalar bile tıkanıyor işte. Çözüm elbette bu çatışmada iki tarafın, yani hem devletin hem PKK’nin yenik sayılabildiği, çatışan tarafların zafer kazanamadığı bir noktada elde edilebilecek. İşte o zaman Türklerin ve Kürtlerin kardeşçe birliği kazanılabilecek.
Devlet/hükümet ile Kürt halkı arasında tarihi yıllar öncesine dayanan çelişkide devrimcilerin tavrı belli: Ezmeyin şu insanları! Zulmetmeyin! Bırakın özgür olsunlar, bırakın “kendileri gibi” yaşabilsinler... Zulmetmeyin, cehennemde yaşatmayın ki BDP milletvekili Nezir Karabaş da “Eğer savaşı sürdürürseniz, iddia ediyorum, yemin ediyorum, Kürt halkı yaşamı cehenneme çevirecek” diyemesin.
Öte yandan, şayet “çözüm mercileri” hâlâ Kürt sorunu ayrı, PKK sorunu ayrı noktasındaysalar... Öyleyse, Kürt sorununu Kürtlerle çözsünler... PKK sorununu da, çözebiliyorlarsa, PKK ile çözsünler. Ama aklı yeten, artık net şekilde şunu görüyor: PKK’nin tüm talepleri sistem içi talepler! Sistem içinde şu ya da bu şekilde karşılanabilir talepler.
Bakın işte TÜSİAD üyesi “bilinçli” burjuvalar da bunun farkında. Eskiden DYP’den milletvekili de seçilmiş olan Sedat Aloğlu TÜSİAD toplantısında şöyle konuştu: “Bir, çözüm aşamasında İmralı görüşmelere katılsın. İki, Anayasa’ya ‘bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu’ maddesinin eklenmesi tartışılsın. Üç: Bölgesel özerklik, tartışılsın.” Sistemin asıl sahipleri, artık kendi iç pazarlarının derdinde değiller, emperyalizmin küreselleşme çağında iç pazar filan kalmadı, dolayısıyla bu sorunun da kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, küreselleşme düzleminde çözümünden yanalar.
Mesela burada önemli olan ‘bölgesel özerklik’ tartışması. Belli ki Aloğlu küreselleşmenin (globalizasyonun), “grobalizasyon” yani “küreyelleşme” boyutunu savunuyor. Küreselleşme sürecinin “tepeden küreselleşme” boyutu literatürde bu kavramla anılıyor. Yani? Ulus-devletlerin, büyük şirketlerin ve örgütlenmelerin dünya çapındaki emperyalist ihtirasları ve neo-liberal politikaları dayatmaları böyle sağlanıyor. Yeter ki çark dönsün, sistem çalışsın. Nitekim AKP’nin el altında tuttuğu, AB normlarına göre hazırlanmış “yerel yönetim yasası” taslağı da “küreyelleşme” çerçevesinde bir anlam taşıyor. (1993 yılında Maastricht Antlaşmasında yerinden yönetim kavramı Avrupa Birliği hukukunun temel kavramlarından biri haline gelmişti.) Özünde yerel yönetimlerin taşeronlaştırılması –evet yahu, taşeronlaştırılması!- hedefleniyor.
Öte yandan, son günlerde PKK, BDP de fiili özerklikten filan söz ediyor. Gerçi ne anlama geldiği henüz belli değil. Ama geçen yıl yine Haziran ayında Selahattin Demirtaş şöyle demişti:
“Bizim demokratik özerklik projemiz, etnik esasa dayalı bir yerel yönetim modeli değil. Bölgelerin kendi ihtiyacına, idari yapısına, demokratik özerkliklerine, adem-i merkeziyete (yerinden yönetim) dayalı bir yapılanma modelidir. Ayrıca sadece Kürtler için değil, Doğu-Güneydoğu için değil, bütün Türkiye’nin tamamında bir idari yapılanma olmalı. Yoksa Türkiye’nin doğusunda özerk yapı olacak, geri kalanı merkezi sistem, bu Türkiye açısından çözüm değil. … Türkiye’de herhangi bir etnik kimliğin diğer etnik kimliklerden kendini ayrıştırmaya yönelik bir talebi olursa... Veya kendi örgütsel modelini işte Kürt parlamentosu gibi, öne çıkarmayı düşünürse bu etnik bir çatışmaya gider.”
Hâlâ böyle diyorlarsa bunun adını da söyleyeyim: Buna da küreselleşme sürecinde, aşağıdan küreselleşmenin bir tarzı olarak “glokalizasyon” yani “küyerelleşme” diyorlar... Yani? Farklı coğrafi alanlarda farklılıkları koruyacak şekilde küresel ve yerel olanın birbirinin içine girmesi.
Demek ki, mesela TÜSİAD ile BDP sistem içi çözüm bağlamında bu konuda oturup pekâlâ anlaşırlar. Sorun çıkmaz. Zaten, AKP de küreselleşme ve grobalizasyon bağlamında TÜSİAD’dan geri kalmaz ki...
Bu türden “sistem içi” çözüm için mesela PKK’ye de sistem içi mücadele yeter. Sivil gerilla! “Devrim yapıp düzeni değiştirmek, kapitalizmi yer ile yeksan etmek, neo-liberalizmi tasfiye etmek istiyorum” demeyen, üstelik “Bağımsız Kürdistan diye bir hedefim yok” diyen bir siyasi iddia, programını hâlâ şiddet yöntemleriyle sürdürdüğünde, bütün inandırıcılığını da yitirir elbette. Ve o zaman...
O zaman da, söz Kürt şairi ağabeyim Orhan Kotan’a kalır:
“vahh lımın / bırindarım / içerden / içerden yar içerden / kes bağrım yar içerden / işte namus / intiharı düşünür kederinden / ve bu boş tencerenin onulmaz kahrı / utanır kendi kendinden/ .../ ne giden / ne beklenen var / ve dağlarda / çırılçıplak eşkıyalar...”