Ortada sadece sıradan bir sermaye iktidarı olmadığını, dinci siyasi rejimini konsolide etmek için devletin zor unsurlarını sonuna kadar kullanan otokratik bir iktidardan daha fazlası olduğunu anlamak gerekiyor. Bu iktidar, sadece siyasi ve ekonomik mevzilerini yitirmemek, ayrıca yolsuzluk ve usulsüzlerin hesabını vermemek için de bir varlık-yokluk mücadelesi veriyor.

Vahşi kapitalizm ve tarım

Oğuz Oyan

Bu yazıda sadece Türkiye'den bahsedilecek. Ama Türkiye'nin başka hiçbir ülkeye benzemez ("sui generis") bir yapıda olmadığını saptamakla işe başlamak gerekir. Öncelikle Türkiye'nin dünyaya -birkaç istisna dışında- egemen olan kapitalist sistemin bir parçası olduğu; ikincisi, erken bir sanayisizleşme sürecine girmiş görece geri bir kapitalist ülke olduğu doğru kavranmalıdır. Üçüncüsü, Türkiye bu ülkelerin otokratik rejimlerle yönetilen ve monolitik yönetim tarzı giderek sertleşen alt grubuna aittir.

Nihayet Türkiye özelinde bu içiçe geçmiş halkalara iki şey daha eklemek gerekir:

(1) Kararlı bir İslamizasyon programı olan, dolayısıyla Cumhuriyet'in kuruluş ilkeleriyle hesaplaşan bir siyasi hareket tarafından yönetilmektedir. Bu bakımdan, aydınlanma devrimiyle hiç tanışmadan veya onu yeterince içselleştirmeden bugünlere gelen ama şimdi İslamcı kadrolarca yönetilen ülkelerden ayrılır. Türkiye'de iktidarın geri ideolojik ve siyasi yapısı ona bir karşı-devrimci özellik kazandırır; bu nedenle tutarlı bir biçimde akıl ve bilimin rehberliğini benimsemesi beklenemez. (Bunun, gelişmiş kapitalist devletlerde bile ne denli zor olduğu bu salgın günlerinde daha iyi farkediliyor).

(2) İktidardaki heyet, iktidar olanaklarını kullanarak bir kapitalistleşme süreci yaşamış ve bu süreç hızlı olduğu kadar parazit/asalak bir nitelik taşımıştır.

Gerçi bu sonuncu nitelik birçok otokratik yapıdaki ülkenin yönetici sınıflarıyla koşutluk gösterdiğinden özgün sayılmaz; ancak Türkiye yönetici sınıfının, geçmiş kazanımların tortusu olarak hâlâ ortaya çıkabilen toplumsal tepkileri tamamen hiçe sayan pervasızlığı, sermaye birikim sürecindeki sınır tanımayan fütursuzluğu, -her şeye rağmen AB kapısındaki bir ülke bakımından- hâkim sınıfına özgü bir ayrım çizgisi olarak görülebilir.

KURALSIZ NEOLİBERALİZM

Bu sonuncu özellik, Türkiye'ye özgü vahşi kapitalizmi (bu aslında kapitalizmin genel özüdür ama zamana ve mekana göre farklılaşabiliyor) anlamakta da yardımcı olabilir. Ortada sadece sıradan bir sermaye iktidarı olmadığını, dinci siyasi rejimini konsolide etmek için devletin zor unsurlarını sonuna kadar kullanan otokratik bir iktidardan fazlası olduğunu anlamak gerekiyor. Bu iktidar, sadece siyasi ve ekonomik mevzilerini yitirmemek, ayrıca yolsuzluk ve usulsüzlerin hesabını vermemek için de bir varlık-yokluk mücadelesi veriyor.

Bu nedenle çok daha kuralsız bir neoliberalizme savruluyor. Bugünkü çok sert çifte kriz koşullarında bile bu neoliberal mevziden çıkamıyor; halka dönük önlemlere eli gitmiyor. İnanç ve sopa rejimiyle halkı baskıladığını, bir daha Gezi benzeri yaygın halk tepkilerinin ortaya çıkamayacağını/çıkmasına izin verilmeyeceğini güvenceye aldığını düşündüğünden, azgın-liberal bir düzenin bekçiliğine soyunmakta duraksamıyor. Bu nedenle hiçbir kamucu adım atmıyor, açıkladığı önlem paketinde emekçiye ve tarıma yer vermeyebiliyor. Hatta, salgından ve ekonomik krizden kendi iktidarı için siyasi ve ekonomik fırsatlar devşirmenin peşine düşebiliyor.


TORBA YASA FIRSATLARI

Bu fırsatlar, 2019'da kaybedilen yerel yönetimleri nasıl kötürümleştirir ve merkezi yönetimin nüfuzuna alırımdan tarikat vakıflarını ve "iktidar şirketlerini" nasıl kurtarır veya ihya ederime kadar uzanıyor. (Örneğin güncel torba yasa teklifinde, Cumhurbaşkanı belediyelerin su tüketimi vb. alacaklarını gerektiği kadar ertelemeye yetkili kılınıyor; yani merkezi bir destek vermeden belediye kesesinden sosyal yardım yapmaya hazırlanıyor!) Hakkını yemeyelim: Salgını ve ekonomik krizi olduğundan küçük gösterme, iktidarın "başarılarını" abartarak halka/sermayeye moral verme konusu üzerinde durmaksızın çalışılıyor! Bu bağlamda, TÜİK'in teşkilat yapısını değiştirmek, İstatistik Konseyi Başkanlığı'na Hazine ve Maliye Bakanı’nı veya yardımcısını getirmek, böylece daha da siyasallaştırılacak kurumun verilerini eğip bükmesine ortam hazırlamak gibi düzenlemeleri fütursuzca gündemine alabiliyor.

Kriz günlerinde bile vahşi kapitalizmin yüzünü sergilemekten o kadar çekinmiyor ki, güncel torba yasa teklifinde İş Kanunu’na bir Geçici 10. madde ekleyerek "ücretsiz izin" diye yeni bir sömürü kavramı icat ediyor. Böylece "geçici istihdam güvencesi" aldatıcı başlığı altında iş akitlerine 3 ay için fesih yasağı getiriliyor (CB 6 aya kadar uzatabiliyor); yani sözde işten çıkarma yasaklanmış oluyor. Bu durumdaki işçilere İşsizlik Sigortası Fonu'ndan (Geçici m. 24 eklenerek) 3 ay boyunca aylık 1.177 TL yani net asgari ücretin yarısı kadar bir "nakdi ücret desteği" verilmesi öngörülüyor. Cürete bakar mısınız: Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) asgari ücretin brütünün yüzde 60 ile yüzde 150'si arasında yani 1.752 ile 4.381 TL arasında değişirken, sermayenin iktidarı işçiye 1.177 TL layık görüyor. (Kaldı ki, bugünün sendikal talebi KÇÖ'nin brüt asgari ücretin yüzde 80'i ile yüzde 250'si arasına yani 2.354 TL ile 7.357 TL düzeyine yükseltilmesi gerekirken, işçi sadakaya mahkum edilmek isteniyor). "Ücretsiz izin" maskaralığının sermayeye avantajı bununla bitmiyor: İşçiye ihbar ve kıdem tazminatı yükümlülüğünden de 3-6 ay boyunca kurtulmuş oluyor. Sonrasında da zaten (perişan duruma düşmüş bir işçi sınıfının) işini kaybetme korkusuyla daha da teslim olmasını umuyor veya nasılsa iktidarı imdadına çağırmaya bel bağlıyor.

Böyle bir düzenleme, ancak azgın bir sermaye iktidarının işi olabilirdi. Çünkü gelişmiş Batı'da kapitalist devlet, otoriter eğilimler içine girmiş olsa da, gerek sistemi kurtarmak, gerekse toplumsal tepkileri yatıştırmak adına emek yönlü sosyal harcamaları arttırmak durumunda kalıyor. AKP ise totaliter rejimini daha fazla emek düşmanı bir çizgiye çekmekte duraksamıyor. Bu hesaplar hakkını aramayan bir işçi sınıfı ile hak arayanları korkutan bir faşizan iktidar kurgusu üzerinden yapılıyor. Ama evdeki hesaplar çarşıya uymayabilir.

GIDA EGEMENLİĞİ

Gıda egemenliğinin değeri küresel ekonomik krizlerde daha iyi anlaşılır. Bugünkü küresel virüs salgını bunu daha da vurgulamış durumda. Birçok ülke stratejik tarımsal ürünlerde ihracat yasakları koydu. Bazı ürünler ise istense de ihraç edilemez duruma düştü. İthalattaki bazı sınırlamalar da cabası. Ama kuşkusuz en kötü duruma düşen ülkeler kendi gıda egemenliklerine yeterince sahip olamayanlar.

Türkiye, tarımda kendine yeterlilik düzeyi bakımından avantajlı bir ülkeydi. Ama 2000 yılında DB/IMF dayatmasında başlatılan ve iktidarların tam işbirliğiyle sürdürülen tarımda büyük dönüştürme operasyonu bunu önemli ölçüde aşındırdı. 2000 sonrasında Türkiye tarımsal ürünler dış ticaretinde net ithalatçı konumuna geriledi. Tarımsal girdi üreten KİT'lerin (TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Yem Fabrikaları, Şeker Fabrikaları, kısmen TEKEL) ve kısmen Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nin özelleştirilmesi, tasfiyesi veya işlevsizleştirilmesi sonrasında Türkiye'nin girdi alanında dışa bağımlılık oranı da hızla yükseldi.

Bu durumda "iktidar gıda egemenliğinin elden gittiğinin farkında mı?" sorusu da anlamını yitiriyor. Çünkü tarımda gıda egemenliğinin hızla aşınması, 18 yıllık iktidarı döneminde uluslararası finans kuruluşlarının tarımı çökertme programına harfiyen sadık kalan AKP iktidarı altında gerçekleşti. Bugünkü özel sektör menşeli Tarım Bakanı'nın böyle bir kaygısı dahi olabilir mi?

Bırakalım bu büyük soruları/sorunları, şu sözde 100 milyar TL'lik (reel olarak bunun yarısını geçemeyecek) destek paketi içinde tarımın hiç yer almamış olması yeterince uyarıcı değil mi? Paketin özü sermayeye destekti tamam ama bu sermayenin bir bölümünün tarımsal bağları/bağlantıları da yabana atılacak gibi değildir ve tarımdaki bir çöküşten doğrudan etkilenir.

vahsi-kapitalizm-ve-tarim-715199-1.
Gelişmiş Batı'da kapitalist devlet, otoriter eğilimler içine girmiş olsa da, gerek sistemi kurtarmak, gerekse toplumsal tepkileri yatıştırmak adına emek yönlü sosyal harcamaları arttırmak durumunda kalıyor. AKP ise, totaliter rejimini daha fazla emek düşmanı bir çizgiye çekmekte duraksamıyor. Bu hesaplar hakkını aramayan bir işçi sınıfı ile hak arayanları korkutan bir faşizan iktidar kurgusu üzerinden yapılıyor. Ama evdeki hesaplar çarşıya uymayabilir.​

YANLIŞLAR-DOĞRULAR

Peki, iktidarın aklı başına sonradan gelmiş midir? Gelmediğini anlamak için, 65 yaşın üstündeki insanlar için sokağa çıkma yasağının tarıma bir istisna getirilmeden uygulanmasına bakmak yeterlidir. Oysa tarımda çalışanların ortalama yaşı 55'tir. Üstelik, Türkiye'de 65 yaş üstünde olup da aktif olarak çalışanların yüzde 62,5'i tarım alanındadır. Kısacası, tarımsal aktif işgücü yaşlı bir nüfustur. Gençler, gelir düşüklüğüne/ düzensizliğine çözüm getirilmeyen bu sektörde kalmak istememektedir. Bunu bilememek için herhalde tarım bakanı olmak gerekirdi.

Tarımda 65 yaş üstünün tarlaya/bahçeye/meraya gidişi başlangıçta jandarmaya verilen talimatlarla ciddi bir biçimde engellenmişti de. Neyse ki iki hafta sonra (ki az süre değildir) tepkilerin yükselmesi, açık eleştirilerin yayınlanması ve herhalde birilerinin akıl vermesiyle bu yasak tarım için kaldırıldı. Şunu da vurgulamak gerek: Tarımda 65 yaş üstündekilerin evde tutulması için gelir desteği verilmesi de yanlış olurdu; çünkü gıda ürünlerine talebin hızla arttığı ve arz açığı olan ürünlerde ithalat olanaklarının kısıtlandığı günlerde esas olması gereken tarımsal üretimin arttırılmasıdır. Yanısıra, değişen talep koşullarına göre dağıtım kanallarının yeniden düzenlenmesidir. Yani tam bir planlama işidir. Peki ama Devlet Planlama Teşkilatı nerede?

Bir başka çelişki de şudur: Sanayide insanların dirsek mesafesinde ve hiçbir ilave sağlık önlemi alınmaksızın çalışmasına müsaade edeceksiniz hatta işyerinde salgın hastalık görüldüğünde işçilerin "çalışmaktan kaçınma hakkına" müdahale edip çalışmaya zorlayacaksınız, öbür tarafta kendi özgür iradesiyle tarlasına/merasına giden ve üstelik çalışanlar arasında öngörülen mesafelerin çok daha fazlasını uygulayabilecek olan insanlara yaş engeli çıkartacaksınız! Bu arada, tarımsal üretimin mahreç sorunlarını çözebilmek için, tarımsal sanayinin virüs tehdidinden uzak tutulmasına dair hiçbir özel önlem almayacaksınız!

Bugünkü bahar günlerinde tarlaları ekime/dikime hazırlama gibi rutin faaliyetler yanında bazı sebze ve meyvelerde hasat dönemine de girilmekte, hayvanlar yavrulamakta ve süt üretimi artmakta, bu nedenle mevsimlik işgücü talebi de artmaktadır. Muhtemelen, bu güvencesiz işgücünün seferber edilmesi konusunda iktidar şimdi hiç duraksamayacaktır. Peki ama çoğunluğu kayıt dışı olan ve çok kötü barınma ve hijyen koşullarında çalıştırılan bu işçilerin salgına karşı korunması konusunda iktidarın herhangi bir önlemi olacak mıdır? Bize kalırsa bu konuda bir kaygısının olmayacağını, "saldım çayıra, mevlam kayıra" temennisinin ötesine geçmeyeceğini tahmin edebiliriz. Sendikal hareketin ve siyasi muhalefetin bu konuların da üzerine gitmesi gerekir.

TEMEL TALEPLER

İktidara tam da şimdi hatırlatılması gereken temel konular var: 2006 tarihli Tarım Kanunu'nun "tarımsal destekler MG'in yüzde 1'inden az olamaz" hükmünün artık uygulanması dayatılmalıdır. Malum, bu desteklerin yıllık ortalaması yüzde yarımı geçemedi. 2020'de tarımsal destek bütçesi 22,1 milyar TL; olması gereken ise 48,7 milyar TL! Mart sonuna kadar ödenen destek sadece 9 milyar TL, yani 13 milyar TL bile beklemede! Geçmiş alacaklar bir yana, hemen bu yıl yüzde 1 oranının uygulanmasını talep etmek ve bunu çiftçi tabanının talebine dönüştürmek gerekir. Bu talebi somutlayalım: Mazot, gübre, ilaç, tohum, elektrik, su gibi tarım girdilerindeki tüm vergiler sıfırlanmalıdır. Son Başbakan Binali Yıldırım'ın muhalefetin vaadini eşitlemek için, "tarımda mazot fiyatının yarısı bizden" sözünü gündemde tutmanın tam zamanıdır.

Yasal haklardan kaynaklanacak bir diğer talep de gene Tarım Kanunu'nda yer alan "fark ödemesi" sisteminin işlerliğe kavuşturulmasıdır. Buna göre, bir ürünün piyasa fiyatı onun üreticiye maliyetinin (el emeği ve kazanç payı dahil) altında kalıyorsa, aradaki tutarın "fark ödemesi" olarak üreticiye ödenmesi gerekir. AB ülkeleri onyıllarca bu sistemi uygulamış ve tarımlarını koruyabilmiştir. Şimdi Türkiye'ye dayatılan alan bazlı teşviklerden kurtulup bu tür bir destek sistemine geçmenin tam zamanıdır. Böylece üretici, tarımsal faaliyetlerinden zarar görmeyeceği güvencesiyle (tabii doğal afetlere karşı bir kamusal tarım sigorta sistemiyle güçlendirilmiş olarak) ileriye güvenle bakabilecek ve bu koşullarda çiftçi çocuklarının tarımda tutunması sağlanabilecektir.

Bu önerilerin AKP türü bir iktidar nezdinde alıcısı olmayacağının farkındayız. Bunları, bu iktidardan kurtulmanın ilave bir gerekçesi olarak kayda geçiriyoruz.

***

PS: Kamuoyuna virüs salgını konusunda gerçekleri söylediği için AK trollerin hedefi olan ve ölüm tehditleri alan değerli meslektaşımız Prof. Dr. Ahmet Saltık ile tam dayanışmamızı ifade eder, her zaman yanında olduğumuzu belirtmek isteriz.