“BDP'ye karşı Hizbullah” diye başlayıp, malûm katillerin serbest bırakılıp ortadan kaybediverilmelerinin, aslında...

“BDP'ye karşı Hizbullah” diye başlayıp, malûm katillerin serbest bırakılıp ortadan kaybediverilmelerinin, aslında stratejik bir adım olduğunu yazmışız, 9 Ocak BirGün’ünde: Başbakan, en sonunda açıkça çağırdı ‘müslüman din kardeşi kürtleri’ direniş ortaya koymaya, PKK’ya ve PKK’yla bir görüp yöneticisi, milletvekili, üyesi, seçmeni ve sempatizanıyla topyekûn terorist ilân ettiği BDP’ye karşı. Bu arada, kendisinin miting meydanlarında başlattığı Alevî karşıtı kampanya da, PKK üst yöneticilerinin Kürt bile değil, ama Alevî, bu yüzden de Nusayrî Beşar Esat’la birlikte ‘müslüman’lara karşı katliam düzenleme peşinde oldukları şeklinde bir içerik kazanmış vaziyette; ki, bu furya içinde bazı beyinsiz şerefsizler, işi insanların siyasal görüş ve değerlendirmelerini doğrudan mezhepleriyle ilişkilendirip kendilerini hedef göstermeye kadar vardırıyorlar.

Buradaki, doğrudan doğruya, bir cihat çağrısı; biraz post-modern: Milisi Hizbullah, misyoneri da Fethullah’tan. ‘Diyanet’li, din eğitimi tekelcisi, zorunlu din dersli ‘kemalî’ devleti laik, laikliği de ‘yaşam biçimi’ sanıyor olmasaydı, Yargıtay Başsavcısının, tam tamına kapatma davası açmasını gerektiren bir durum.

Cihat çağrısı, tabiî ki laikliğe aykırı; ama, iş bundan ibaret değil; zira, buradaki cihadın hedefi, hepsi başbakanın vatandaşı olan, kendisinin de başbakanı olduğu en az 8-10 milyonluk bir kitle; yani, aynı zamanda bir iç savaş çağrısı.

Başbakan bunun da ötesine geçiyor ve BDP’ye oy vermeyi, hesabı verilecek bir suç ilân ediyor; ama, kendisi de aynı sandıklara atılmış oylarla iktidarda: Oyların meşrûluğunu kendisine verilmiş olup olmamasına bağlamak, eşkiyalığın dik âlâsı ve de kendi meşrûluğunu kendi eliyle ortadan kaldırması.

Sivil siyaset alanı zaten iyice sınırlandırılmış; ayrıca, merkezî siyasete katılmanın önü kesildikçe, yerel siyasetin alternatif bir devlete dönüşmesi kaçınılmaz: Şimdi, sivil siyasetin her türlüsü cezalandırılıyor. Siyasete silahla katılmak ise, AKP tarafından ödüllendirilip kural hâline getiriliyor: BDP’lilerin eli bile sıkılmazken  -PKK’ya terorist demedikleri için-, başbakanın özel temsilcisi PKK ile pazarlık yürütüyor. Bu noktada, en büyük utanmazlık ve iki yüzlülük, BDP’yi niye PKK’yı silah bırakmaya zorlamıyor diye suçlamak; zira iktidar, BDP’yi zayıflatıp etkisiz kılmak, mümkünse tümüyle yok etmek için, PKK’yı kullanmayı denemek de dahil, şeytanın bile aklına gelmeyip iblisin dahi tenezzül etmeyeceği yollara baş vuruyor.

En temel bir hak olarak eşit seçme-seçilme hakkı bile (%10 barajı) Erdoğan için bir pazarlık kozu. Yargıyı da koz olarak kullanıyor: Önce Habur tiyatrosu, sonra da KCK sürek avı; tabiî, her ikisi de siyasal manevralar olarak; sonuç ise, TC artık tam bir aşiret devleti, tümüyle reisin emrine amade.

Yaşamakta olduğumuz, her şeyi kapalı kapılar arkasında, yarı karanlıkta şantajlı, rüşvetli, peşkeşli pazarlıklarla (Ofer, Dolmabahçe, Oslo vb…) hâlledeceğini sanan bir otokratın devr-i iktidarıdır: 15-20 yıl, belki de çok daha kısa bir süre sonra birilerinin çıkıp, 5 Eylül 1955 gecesi Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba koyan hükümet görevlisi misali, Erdoğan’ın ‘yeni strateji’si gereği halkın, özellikle de Kürtlerin infiale kapılmasını sağlamak üzere Siirt’teki saldırıyı kızların arabasına bilerek kendisinin yönlendirdiğini veya Kumrular sokağı bombacısının kendisi olduğunu  -iftiharla-  itiraf etmesi hiç de fantastik bir ihtimal değildir.

Bu hükümet, zaten kendi programına ‘piyasa toplumu’nu hedef olarak koymuş bir hükümet: Piyasa ekonomisi değil, toplumu; yani, her şeyin, her türlü değer peşinen saf dışı edilerek, sadece piyasadaki değerine endeksli olarak belirleneceği, alıcısı/talibi varsa her şeyin yapılacağı/satılacağı toplum. Sadece nesneler değil davranış, söz, hatta küfür, nida ve duygu tezahürlerinin bile piyasa değerine göre performe edildiği, öfkenin de, hıçkırık ve göz yaşının da satılık olduğu, bunun ne mene bir zihniyete tekabül ettiğini Türkçedeki en ekonomik formülüyle dile getiren Oktay Ekşi’ye karşı sergilenen hiddetin bile samimî bir infialin ifadesi değil, müşteriye göre biçimlendirilmiş basit bir gösteri olduğu bir dünya.

Bugün için, zihin berraklığımızı kaybetmemenin bir ön şartı var; o da, ‘terörle mücadele’ydi, ‘yeni strateji’ydi, ‘sivil anayasa’ydı, iktidarın gündeme getirdiği her şeyin, eşeğini boyayıp kendi öz babasına pazarlamanın ötesinde pek bir mahareti bulunmayan korsan bir kapitalizmin, kendi zıvanadan çıkmışlığını sürdürebilmek için muhtaç olduğu neo-liberal diktatörlüğü Erdoğan’ın şahsında tesis etmek üzere izlediği stratejinin taktik dosyalarından başka bir şey olmadığını hiç akıldan çıkartmamak.