Netflix dün bana mesaj yollamış, ‘Azkaban Tutsağı’nın devamını izleyip izlemeyeceğimi soruyor. İzlemez miyim hiç! Hatta şu yazı biter bitmez izlemeyi düşünüyorum. Sonra da iyice havasına girdiğim bir çeviri var. Bir de şiir çevirisi (Bırr!) Hatta Türkçe’den İngilizce’ye ve Türkçe olarak bile zor (Bırrrr!).

Olsun, kendini zorlamak iyidir. Bugün-yarın başlarım.

Agatha Christie Poirot’larımı (gözbebeğim David Suchet!) ve Monty Python’ları da sıraya koydum, çaktırmadan izliyorum. Kime çaktırmadan? Kendime… Yoksa İlk Günah sendromu ile boğuşurum gene: İş bitmedi, geciktim, hep benim kabahatim!

Karantina döneminden önce, defterlere sıraladığım işlere bakar, onları nasıl bitireceğimi bilemezdim. Şimdi ise sokağa çıkması yasak biri olarak teoride sınırsız vaktim olması gerek. Fakat eskiden aklımdan bile geçirmediğim bir serbestiye rağmen, gene vaktin yetmediğini görüyorum. Çünkü bu sadece çalışma dönemi değil ki! İşe ve sair yerlere gidemediğim için kazandığım yol dakikaları, zaten kimisi yıllardır bitmemiş halde pinekleyen bazı işleri yapmamıza yetebilir. Peki, istediğin zaman uyuma özgürlüğü ne olacak? Hem bir tek o değil ki. Pek kıymetli bilgisayar oyunlarımı da fazlaca vicdan azabı çekmeden oynuyorum. Öte yandan, itiraf edeyim ki en fazla yaptığım şey de kitap okumak. Ve… elbette konserlere kulak veriyor, film seyrediyorum.

(Inter)Mezzo zaten uzun zamandır klasiğiyle, cazıyla kıymetlim. Maestroların isimlerini öğrenmekle meşgulüm. Bu hafta iki kere Brad Mehldau, bir kere John Scofield izledim. Opera merakını ise karantinaya borçluyum. Gerçi daha önce de bazen izliyordum ama şimdi bayağı seviyorum. Bale zaten (türüne göre) hep sevmişimdir. Filmlere gelince, daha önceden izlemiş olduğum filmleri tekrar izlemeye bayılıyorum. Hele eski filmlerse… Aslında o kadar eski olmalarına da gerek yok.

‘Parasite’ bana birkaç şeyi bir arada hatırlattı. Bir tanesi, yönetmeni Bong Joon-ho’nun hâlâ unutamadığım 2017 yapımı filmi ‘The Host’. Sadece ‘korku filmi’ ya da ‘canavar filmi’ olmanın ötesine geçtiğini düşünmüşümdür hep. ‘The Host’la bu çok ödüllü son filmi birbirinden farklı tabii, mukayese zor. Ama ikisi de ‘aile’yi ön plana alıyor ki, Asya’nın doğusundaki ülkelerin (Japonya’yı en doğu sayarak ve İran’ı ihmal etmeyerek) yönetmenleri bu yaklaşımda daima ustadır. Bunun için olsa gerek ‘Parasite’ bana aile meselesinin günümüzdeki üstadı gözüyle baktığım Hirokazu Kore-eda’nın ‘Shoplifters’ı da hatırlattı. Ancak Kore-eda umudu uzak tutmaz hikâyesinden. Joon-ho’nun iki ayrı ekonomik sınıftan karakterleri ise finaldeki hayali ait olduğu yerde, yani hayal olarak bırakırsak, aralarındaki hesaplı yakınlaşmayı pahalıya öderler.

Bir arkadaşım Facebook’ta az önce Met’deki harika bir operayı izleyip geldiğini, şimdi de Berlin’e gideceğini söylüyordu. Ne dinleyecekti acaba, Berlin Filarmoni mi? Sergi de izleyebiliyoruz aslında. Keşke birisi Türkiye’de neleri online izleyebileceğimizin tamama yakın bir listesini çıkarsa da paylaşsa.

Ben aslında üşenmem ama önemli şeyleri atlarım diye korkuyorum.

Bir şeyden daha korkuyorum. Sakın bu mecburi oturma bizi ev çocuğu olmaya alıştırmasın? Evden çıkmayız anlamına değil de, mümkün mertebe her şeyi online izlemeye çalışırız anlamına… Sadi Çilingir (gene Facebook’ta) bir min ancak tam teşekküllü bir sinema salonunda izlenebileceğini söylüyordu. Evet ama onu da çok bekleriz diye endişeleniyoruz. Öte yandan, ben zaten hastalık dönemlerinde insanlardan video ve link rica etmeye başlamıştım. Kolaya alışabilirim. Oysa konserin de live’ı hiçbir şeye benzemez elbet.

Neyse, hem eğlence, hem dinlence, hem de eşecikler gibi çalışma döneminde olduğum söylenebilir. Doğrusu şikâyetim pek yok. Sadece, malum, yüzyüze dost sohbetlerini özlüyorum. Umarım normale dönme vakti geldiğinde ev çocukluğu üstümüze yapışıp kalmamış olur.