Üç yıl evvel bir temmuz gecesi, değil tüfeğini havadaki yıldıza ateşlemek, nöbet tuttuğu karakoldan üç beş dakika dışarı çıktı diye, ya da emirle bir yerden bir yere gitti diye, yirmilik çocuklara üçer beşer müebbetler art arda kesiliyor. Kalın duvarları içindeki dev elektronik salonlarında tertemiz cübbeleriyle işi başından aşkın yargıçlar için bunlar rutin işler, neticede amaç […]

Üç yıl evvel bir temmuz gecesi, değil tüfeğini havadaki yıldıza ateşlemek, nöbet tuttuğu karakoldan üç beş dakika dışarı çıktı diye, ya da emirle bir yerden bir yere gitti diye, yirmilik çocuklara üçer beşer müebbetler art arda kesiliyor. Kalın duvarları içindeki dev elektronik salonlarında tertemiz cübbeleriyle işi başından aşkın yargıçlar için bunlar rutin işler, neticede amaç bir karar yazmaktır. Halkın umurunda değil, halk habersiz mahkemelerde olan bitenden. Sadece anneler, ablalar, sevgililer, nişanlılar -bu cezalara-, içini çeke çeke ağlıyor.

Soma’dan bu yana altı yıl oldu, madenin patronu beyaz ütülü gömleği ve lacivert pantolonuyla serbest bırakıldı. Uzun boylu ve hafif. Kâr ve rant için, seçime yetişsin diye, günde üç vardiya -sanki bir kısa mesafe koşu yarışındaymışçasına- orada yeraltında çalışan -tam üç yüz bir işçi- bir kuytuda boğazlanmıştı.

Maraş veya Çorum gibi, Sıvas veya Uludere gibi, Soma’nın hesabı bir tarafa, yası tutulmadı, ağıdı yapılmadı. Soma için altı yıl sonra da bir kaç yüz metre yürümek, bir akerdoyandan içli nağmeler dinlemek, ya da kafayı ellerin arasına alıp bir madenci ağıdı önünde sessizce -o yeraltı madeninde o gece olanları hayalinde canlandırmaya kalkarak- düşünmek yasak. Ama işçi çocukları var -onlar bu ülkede sessizce ağlandığını bilmiyor henüz-, kendini yerden yere atarak ağlayan.

Seçim maskaralığının Estenbol’da tekrarlanmasından beri, ülkenin doğusundan nedense artan şehitler geliyor -epeydir durmuştu halbuki-, bayrak yıldız, kalabalık cenazeler, gözü yaşlı anneler, kederli eşler, hiç durmadan ağlayan çocuklar. Kırkı yıla yaklaşan bir sarmal bu, ateşin tek düştüğü ocağı söndürdüğü, ağlamalı sessizlik sarmalı.

Bir şehit cenazesinde ve bir pazar günü, canlı canlı bir linçi de gördük, yakınlarda yeni kurulu bir saraydan aldığı talimatla linçciyi serbest bırakan yeniyetme savcıyı, onu omza atıp, nerdeyse ya-ya-ya, şa-şa-şa slogan atan iktidar partisi mensuplarına şahit olduk. Ama televizyonda şehitlere ağladığı kadar, bir taziye için unutulmuş bir köye misafirliğe gidip, az kalsın öldürülmek istenen o yaşlı parti başkanına -Sıvas sıcağından kalma hatıralarla- sessizce ağlayanları da gördük. 

Her gün art arda inanılmaz olaylar oluyor, başka bir ülkede hükümet devirecek, bakan tutuklatacak, yeri yerinden oynatacak vakalar. Ama hemen ertesi gün bu olaylar sanki hiç yaşanmamışçasına başka ve daha büyük bir olay patlıyor ve insanlar dün olanı unutuveriyorlar. Toplum bir süre sonra buna alışıyor, ölümler, linçler, iş kazaları, çocuk tecavüzleri. Toplum sersemletiliyor, ilgisiz yığınlara dönüşüyor. Buna bir toplumun çöküşü, her türlü adalet duygusunun yitirilmesi, gerçekliğin kaybı diyorlar.

Bu ülkenin gözleri bağlandı, ağzına kalın bir bant yapıştırıldı, polisler sokakta, savcılar dar odalarda, yargıçlar ferah duruşma salonlarında, gazeteciler hijyen stüdyolarda, içi boş sütunlarında boğdular bu kocaman, bu güzel ülkeyi, hiç kimse görmesin, duymasın, konuşmasın, çıt bile çıkarmasın diye. Ama hep ağladı içten içe, bir köşede ağıt yaktı sessizce bu ülke, hiç değilse analar ve çocuklarca.   

Alnı, gözleri, yanağı bıyığı gibi simsiyah isimsiz işçi boğulduğunda, parti başkanı yumruklandığında, gazeteci başından sopalarla darp edilip beyaz bir yatağa serildiğinde, seçimler iptal edilip koca ülke alay konusu haline geldiğinde hep bir sessizlik sarmalı ortaya çıkıyor. Binlerce insan hapiste açken, anneler hem de bir anneler gününde kapıda sürüklenirken.

Ama bu sonsuz sanılan sarmalın da bir sonu var. Karanlıkta feryatların, içten ağlayışların, gıcırdayan dişlerin sesi var. Bu ülkede -şu son bir kaç ayda- tüm bu olan bitene, sanki başka bir ülkedeymişçesine hayret ederiz, şaşırırız, ama sonra bu ülkeye hayran oluruz. Bu sarmaldan çıkmak elimizde, buna imkânımız, cesaretimiz ve en köklerde damarlarımız var. Amos Oz’un kahramanı Vald* kadar veya o Kırmancça tiyatro oyunundaki budala derviş Dıl* kadar bağırmak, ses çıkarmak bir başlangıç olabilir.

* Vald, Amos Oz’un Yahuda’ya Göre İncil romanının, artık hayatta olmayan arkadaşlarına geceleri seslenen, onlara yalvaran, ricacı olan kahramanıdır.

* Dıl, Yılmazcan Şare ve ekibinin son Kırmancça tiyatro oyununun, zorla kayıp edilen kardeşiyle konuşan, ona ağıtlar yakan kahramanıdır.